06.07.2010

6 Temmuz 2010 tarihli TBMM Grup Konuşması

Genel Başkan Kılıçdaroğlu, “AKP’nin adına aldanmayın. O her konuda olduğu gibi terörle mücadele konusunda da sınıfta kaldı” dedi.

-“AKP’nin adındaki adalete, kalkınmaya bakmayın, adalet, kalkınma değil bu. Ne söylüyorsa, ne yazıyorlarsa aksini yapıyorlar. İsimleri adaletse bilin ki, bu ülkeye adaletsizliği getiriyorlar, kalkınmaysa, ülkeye kalkınmayı getirmiyorlar”

-”Gazze’ye yardım götürürken ölen 9 yurttaşın kanları yerde, o kanların sorumlusu Erdoğan ve onun partisidir”

-“9 kişinin yaşamını yitirdiği saldırının bütün boyutuyla incelenmesi için meclise araştırma önergesi verdik. Ancak AKP oylarıyla reddedildi. TBMM’DE bu konuda araştırma yapılmasına ‘hayır’ diyen bir iktidarın, ‘uluslararası kurul oluşturulsun, o soruştursun’ önerisine kim inanır?”

-”Kendi parlamentonuzda bu konunun araştırılmasını neden istemiyorsunuz. Önce kendi ülkenizde, kendi halkınızı bilgilendirecek, hesap vereceksiniz. Neden korkuyorsunuz, neden çekiniyorsunuz? Onlar gayet iyi biliyorlar; hem kusurları hem kabahatleri var. Onun içindir ki kaçıyorlar”

-”Terörle mücadelenin, AKP’nin izlediği politikalarla önlemeyeceği somut olarak ortaya çıkmıştır. AKP, bu konuda açıkça sınıfta kalmış maalesef terörü tırmandıran politikaların ana unsuru haline gelmiştir”

-”Her işi askere havale edip ortaya çıkan başarısızlıkları veya eksiklikleri de askere fatura eden bir zihniyetten Türkiye’nin artık kurtulması gerekiyor”

-”AKP iktidarı döneminde doğu ve Güneydoğu’ya ekonomik ve sosyal açıdan gerekli özen gösterilmedi. Gerekli yatırım yapılmadı. Hatta işsizlik sigortası fonundan o bölgelerimiz için alınan 2 milyar 600 milyon liralık kaynak da o bölge için değil, başka yerler için kullanıldı.”

-”Hukukun egemen olduğu, demokrasinin geliştiği bir ülkede doğruyu söylemeyen, halkı aldatan siyasal parti, sandıkta alaşağı edilir. Görev halktadır”

-”Eğitimi yaz-boz tahtasına çevirdiler”

-”Zorunlu eğitimi kademeli olarak 12 yıla çıkaracağız”

-”YÖK’ü kaldıracağız”

-“Bizim iktidarımızda üniversiteler idari, mali ve bilimsel özerkliğe sahip olacak, en aykırı düşünceler özgürce dile getirilecek”

-”12 Eylül rejiminin el koyduğu öğretmen kuruluşlarının mal varlıklarını iade edeceğiz”

-”Yatılı meslek liseleri oluşturacağız”

-”AKP iktidarında eğitimin geldiği sonuç şu: çocuk diploma alsın diye okula, bir şeyler öğrensin diye dershaneye gönderiliyor. O zaman okullar kapansın dershaneler diploma versin…”

- ”Karadeniz ile GAP’ı buluşturacağız. Bu konuda kararlıyız”

-“Fındıkta sağlıklı bir stok kontrolü geliştireceğiz. , Türkiye fiyat belirlemede ”bir numara” olacak. Fındık fiyatını hasattan önce açıklayacağız. Böylece, üreticiyi tefecinin eline teslim etmeyeceğiz. Fındığı sanayide kullanmak isteyen bir sanayici varsa onu da teşvik edeceğiz. Alın terinin karşılığı dışarıya gitmeyecek, Türkiye’de kalacak”

-”Çiftçi haciz kıskacında boğuluyor. Borçları üzerindeki faiz yükü çiftçi tarafından çekilemez bir halde. Bu tam bir vicdansızlıktır. Şiddetle protesto ediyoruz”

İstanbul Bağımsız Milletvekili Ahmet Tan CHP’ye katıldı. Tan’a CHP rozetini Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu taktı.

CHP Milletvekili Ahmet Tan, “CHP Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu iradesidir, önümüzdeki seçimde de kurtarıcı irade olacaktır. Hedefimiz Türkiye’yi bu hoyrat iktidarın elinden kurtarmaktır” dedi. Tan, Kılıçdaroğlu’na 1970’li yıllarda Bilecik il örgütünce hazırlanan üzerinde Rahşan ve Bülent Ecevit’in resimlerinin bulunduğu kibrit kutusunu hediye etti.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, TBMM’de CHP Grup Genel Kurulu’nda “AKP’nin adına aldanmayın. O her konuda olduğu gibi terörle mücadele konusunda da sınıfta kaldı” dedi ve sık sık alkışlarla kesilen konuşmasında güncel olayları şöyle değerlendirdi:

Değerli milletvekilleri, saygıdeğer konuklar; Sayın Ahmet Tan, iki sözcüğü kullandı, daha doğrusu cümlelerin arasında dikkatimi çeken, eminim sizin de dikkatinizi çeken iki güzel sözcük kullandı. “Mutlu ve huzurlu bir yaşamı sağlamak,” mutlu ve huzurlu bir yaşamı sağlamak hepimizin görevidir. Eğer burada güç birliği yapıyorsak, bütün aydınları, bütün çalışanları, üretenleri, toplumun ezilenlerini, toplumun sorunu olanları bir araya topluyorsak, CHP’nin büyük aile şemsiyesinin altına topluyorsak mutlu ve huzurlu bir Türkiye’yi yaratmak içindir. Temel hedefimiz budur ve bu hedefi gerçekleştirmek içinde olağanüstü çaba göstereceğiz, elimizden gelen her çabayı göstereceğiz. Unutmayın, bu çaba sadece bana düşmüyor, birey olarak her birimiz bu çabanın ve bu amacın gerçekleşmesi için özel çalışma sergilemek durumundayız.  Mutlu ve huzurlu bir yaşam.

Geçen hafta, Genelkurmay Başkanımızın daveti üzerine Şırnak, Pervari, Çukurca ve Hakkâri hattında sınırları gezdik, siperlere gittik, askerî karakollara gittik, kışlaya gittik. Erlerimizle yemek yedik, onları dinledik, onların aileleriyle nasıl haberleştiklerini bize anlattılar. İçinde bulundukları koşulları gördük ve bilgi aldıktan sonra da tekrar Ankara’ya döndük. Birinci nokta şu, değerli arkadaşlar: Güvenlik güçlerimiz tüm olumsuz koşullara rağmen olağanüstü güzel bir moralle görevlerinin başındadırlar. Onların görevlerinin başında olması o huzurlu ve mutlu Türkiye’nin de bir teminatı olduğunun altını özenle çizmemiz gerekiyor.  Doğu ve Güneydoğuda yaşanan terör, bölge insanını da, ekonomisini de, sosyal yapısını da olumsuz etkilemiş, etkilemeye de devam ediyor. Bu konuda sağlıklı adımların atılmadığını maalesef bir kez daha bölgede gözlemlemek olanağına kavuştuk. AKP iktidarı döneminde güney ve güneydoğuya gerekli özenin gösterilmediğini, gerekli yatırımın yapılmadığını, ekonomik ve sosyal açıdan özenin gösterilmediğini hatta işsizlik sigortası fonundan parlamentonun iradesiyle alınan 2 milyar 600 milyon liralık kaynağın da o bölge için değil, maalesef önemli bir kısmının başka yerler için kullanıldığını gördük. Bu da o bölgede terörün önlenmesinde çok önemli bir argüman olan ekonomik kalkınmaya bu hükümetin yeterince önem vermediğini ortaya koyuyor. Bu da acı bir gerçek.

Yine o bölgede, 1950’lili yıllarda, 60’lı yıllarda, 70’li yıllarda dile getirilen sorunların yine köylü yurttaşlarımız tarafından aynen dile getirildiğine tanık olduk. Sizin sorununuz nedir, derdiniz nedir, bu bölgede hangi sorunlarla karşılaşıyorsunuz diye sorduk. İşsizlik birinci sırada, “yolumuz yok” dediler, “suyumuz yok” dediler, “Sağlık ocağımız var, ebe ve hemşire yok” dediler, “doktordan zaten vazgeçtik.” Aynı sorunların 21’inci Yüzyılda hâlâ yaşanmış olmasını da doğrusunu isterseniz terör olgusuna gerekli önemin vermeyen iktidarın da bir ayıbı olduğunun altının çizilmesi gerekiyor.

Terör olgusunu çözümsüz noktaya getiren, sorunu sağlıklı algılamayan siyaset kurumu olmuştur. AKP’nin bu süreçte büyük kusuru vardır. Her işi askere havale edip ortaya çıkan başarısızlıkları veya eksiklikleri de askere fatura eden bir zihniyetten de Türkiye’nin artık kurtulması gerekiyor.  Bu süreçte maalesef AKP, toplumu entegre eden, kaynaştıran, kucaklayan politikalar yerine ayrıştıran politikaları egemen kılan bir yapıyı ortaya koymuştur ve Türkiye açısından ne olduğu belli olmayan bir açılım politikasıyla yeni bir siyasal açmazın içine düşürülmüştür.

Biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak, terörle mücadeleyi bir iç politika malzeme yapmamaya özen gösteriyoruz. Terörle mücadelenin bir ulusal politika olmasının altını özenle çiziyoruz ve diyoruz ki, terörle mücadele ekonomisiyle, siyasetiyle, kültürüyle, psikolojisiyle, sosyal yapısıyla bir bütündür ve bu mücadelenin bir ulusal politika çerçevesinde bir toplumsal uzlaşmayla çözülmesi gerektiğinin de altını çiziyoruz. Ama bilmiyorum bunu, bizim bu sesimizi Adalet ve Kalkınma Partisi yeterince duyuyor mu, duymuyor mu? Terörle mücadelenin AKP’nin izlediği politikalarla önlenemeyeceği de somut olarak ortaya çıkmıştır. AKP bu konuda açıkça sınıfta kalmış, maalesef terörü de tırmandıran politikaların ana unsuru hâline gelmiştir.

Değerli milletvekilleri, AKP sadece terör konusunda mı başarısız oldu acaba, böyle de bir soru sorabiliriz kendi kendimize, diğer alanlarda başarılı, ama terör konusunda başarısız mıdır? Dış politikaya bunlar “Sıfır sorun” diye başladılar. Acaba dış politikada da Adalet ve Kalkınma Partisi başarılı oldu da bizim mi haberimiz olmadı? Son Gazze olayına bir daha dikkatinizi çekmek isterim. Özetleyeyim. Gazze’ye yardım götürmek üzere bir konvoy çıktı yola, 9 yurttaşımız yaşamını yitirdi. Sayın Başbakan bunun üzerine esti gürledi. Konuşması bütün Arap dünyasına canlı olarak yayınlandı. Neredeyse bir savaş ilan etmediği kaldı. Arkasından, Türkiye Büyük Millet Meclisi, hükümetin bu konuda atacağı her adıma destek vermek üzere oybirliğiyle bir karar aldı ve şimdi geliyoruz sonuca. Bu kürsüde söylemiştik. Bütün bunların gereğini yerine getirirseniz biz Adalet ve Kalkınma Partisini alkışlayacağız, ama yerine getirmezseniz bunun hesabını soracağız. Hiç kimsenin, Türkiye Cumhuriyeti’nden hiç kimsenin kanı yerde kalmasın diye açık, net tutumumuzu sergiledik.  Bunlar dediler ki “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi İsrail hükümetini kınasın ve karar alsın.” Sonuç? Sıfır. NATO kınasın. Sonuç? Sıfır. Uluslararası bir soruşturma komisyonu kurulsun ve İsrail’in bu olayı soruşturulsun. Sonuç? Sıfır. Hayatını kaybedenlerin ya da yaralananların uğradıkları maddi ve manevi zararlar tazmin edilsin. Sonuç? Sıfır. Avrupa Birliği, Avrupa Parlamentosu, Arap Birliği, İslam Kalkınma Örgütü, bu olayı eleştirsin, İsrail’i kınasın. Sonuç? Tam bir hayal kırıklığı ve tamamı Türkiye’yi yalnız bıraktı. İsrail hükümeti bırakın özür dilemeyi, şimdi artık tamamen ters yüz etti, Türkiye bizden özür dilesin noktasına getirdi.

Peki, bunlara karşı ne oldu? Biz, yine sorumlu bir muhalefet anlayışıyla, Türkiye Büyük Millet Meclisine bir araştırma önergesi verdik. Dedik ki, bu konu önemli bir konudur, 9 yurttaşımız yaşamını yitirmiştir. Türkiye limanlarından kalkmıştır bu gemiler. Bu konu bütün boyutlarıyla görüşülsün, araştırılsın, Parlamentoda milletvekilleri bu konuyu araştırsınlar ve Türkiye kamuoyu bu konuda bilgilensin. Geçen hafta görüşüldü. AKP’nin isteğiyle değil, biz getirdik tekrar konuyu Türkiye Büyük Millet Meclisinin gündemine ve AKP’nin oylarıyla bu reddedildi. Şimdi soru şu: Türkiye’de halkın bu kadar önemli bir konuda bilgilenmesine “Hayır” diyen, Parlamentonun bu konuda araştırma yapmasına “Hayır” diyen bir iktidarın nasıl olurda “bu konuyu uluslararası bir kurul kurulsun, o kurul soruştursun” diye getirdiği öneriye kim güven duyabilir?  Eğer siz, kendi parlamentonuzda bir konunun araştırılmasını istemiyorsanız, aynı olayın uluslararası alanda sorgulanmasını isteyemezsiniz. Önce kendi ülkemizde kendi halkımıza hesap vermesini bileceksiniz.  Önce kendi ülkenizde kendi halkınızın, kendi parlamentonuzun, kendi milletvekillerinizin bilgilenmesini isteyeceksiniz. Neden korkuyorsunuz? Neden çekiniyorsunuz? Neden kaçınıyorsunuz? Bir kusurunuz mu var? Bir kabahatiniz mi var? Onlar gayet iyi biliyorlar, hem kusurları var hem kabahatleri var, onun içindir ki kaçıyorlar ve işin hazin tarafı, eğer uluslararası bir soruşturma komisyonu kurulursa, onun ucu AKP hükümetine ve Türkiye’ye de değebilir diye Batı basınındaki yorumlardır. Türkiye’yi bu hâle getiren abartılı bir dış politikayla yola çıkıp, onu iç politikaya malzeme eden bir anlayışın Türkiye’yi getirdiği nokta budur.

Bir ikinci önemli olay, hani Sayın Başbakan esti gürledi ya, bir baktık kapalı kapılar ardında bir şeyler yapılıyor. Brüksel’de bizim Dışişleri Bakanımız ile İsrail’in Ticaret ve Endüstri Bakanı kapalı kapılar ardında görüşüyorlar. Ne görüşüyorlar acaba? Büyük bir ihtimalle şunu diyorlardır: Ne olursunuz, bizden bir özür dileyin de şu defteri kapatalım, herhâlde bunu düşünüyorlardır ve onlar da… …otelin önüne çıkıp “Biz sizden asla özür dilemeyeceğiz, tam aksine siz bizden özür dileyin” diye AKP’nin izlediği politikayı bir daha ters yüz edip yerden yere vuruyorlar ve bizim onurumuzla oynuyorlar. Sebebi kim? Adalet ve Kalkınma Partisi. Sorumlusu kim? Onun başındaki Recep Tayyip Erdoğan, bunu unutmayacağız.  Buna stratejik derinlikte stratejik boğulma denir, geldiler ve boğuldular. Bir şeyler yapmak istediler, orada boğuldular ve yalnız kaldılar. Dış politikada soyutlanan, yalnız kalan bir Türkiye imajı çıktı ortaya, Bu imaj, bizim yıllardır mücadele verdiğimiz, yurtta barış dünyada barış dediğimiz, komşularla iyi ilişkiler kurduğumuz, hiç kimsenin toprağında gözümüz yoktur dediğimiz bir politikanın sonucu olmayı hak ediyor mu? Bu politika gerçekten bizim yıllardır mücadele ettiğimiz, devletin dış politikasıdır dediğimiz bir politika mıdır bu?

Olay bununla kalsa, yine diyeceğiz ki hadi, bu yaşandı, gitti. Uğruna mücadele ettikleri Hamas, arabuluculukta Türkiye’yi dışladı. Dedi ki “Arabuluculukta ben Mısırı seçiyorum.” Hani, siz mücadele ediyordunuz, hani siz kavga veriyordunuz, nasıl oluyor da Türkiye buradan dışlanıyor? Nasıl oluyor da Türkiye arabulucu konumuna bile layık görülmüyor? Yine bu süreçte Hamas, Kıbrıs Rum kesiminin limanlarının kullanılması gerektiğini Gazze’ye yapılacak yardım içinde açıklama yaptı. Bütün bunlar bizi bir tek sonuca götürdü, 9 Yurttaşımız öldü, onların kanı yerde, o kanların sorumlusu da Recep Tayyip Erdoğan ve onun partisi olan Adalet ve Kalkınma Partisidir.

Eğer bugün Türkiye, eksen kaydı mı kaymadı mı tartışması yapılıyorsa Batı’da da içeride de, izlenen bu politikaların güvensizliğinden kaynaklanan sonuçlardır. Artık Türkiye’nin dış politikası Adalet ve Kalkınma Partisi hiç kimseye güven vermemektedir. O güvensizliğin sonucudur ki Türkiye’nin konumu Batı’da, Doğu’da da her yerde de tartışma konusu olmuştur. İçeride yalnız kalmak, soyutlanmak sadece bu olayla mı sınırlı kaldı? Hayır. İran’la anlaşma yapıldı, Brezilya ve Türkiye tanıktı, Brezilya imzasını çekti, yine Türkiye yalnız kaldı. Adalet ve Kalkınma Partisinin başarılı politikasının her hâlde bir sonucu da bu olsa gerek.

Güvensizlik nereden çıkıyor, değerli arkadaşlar? Güvensizlik, Adalet ve Kalkınma Partisinin izlediği politikalardan çıkıyor, söylemleriyle eylemlerinin taban tabana zıt olmasından çıkıyor. Eğer bir şey söylüyorsa bilin ki, artık Adalet ve Kalkınma Partisi onun aksini yapacaktır. Örnek mi istiyorsunuz? Çok güncel bir örnek vereceğim size. 23/6/2010, dediler ki “Enerji fiyatlarında, elektrik fiyatlarında indirim yapacağız.” Hepimiz sevindik. İyi ya, herkesin hemen hemen ilgi alanına giren, herkesin bütçesini yakından ilgilendiren elektrik fiyatları ucuzlayacaktı. Yüzde 3,2 ve yüzde 4,5 oranında indirim yapılacaktı ve indirim 1 Temmuz’da başlayacaktı. 1 Temmuz geldi tam aksi oldu, indirimden vazgeçtiler, bir de üstüne yüzde 2,3’lik zam yaptılar. Şimdi, bu nasıl bir hükümet, halka söz veriyor, fazla değil, bir süre sonra yüzde yüz çark ediyor. Bari zam yapma. Hayır, zam da yapacağım diyor. O zaman demokrasinin güçlenmesi açısından yurttaşlarıma bir çağrıda bulunuyorum: Uygar bir ülkede, hukukun egemen olduğu bir ülkede, demokrasinin geliştiği bir ülkede doğruyu söylemeyen, halkı aldatan siyasal parti sandıkta alaşağı edilir. Görev halktadır ve….

Biz yıllardır söylüyoruz, bu Adalet ve Kalkınma Partisi ülkeyi yönetemez. Adındaki “Adalete” bakmayın, adaletli değil bu. Adındaki “Kalkınmaya” bakmayın, kalkınma değil bu. Ne diyorduk? Ne söylüyorlarsa aksini yapıyorlar, ne yazıyorlarsa da aksini yapıyorlar. İsimleri adaletse, bilin ki bu ülkeye adaletsizliği getiriyorlar. Adında “Kalkınma” varsa, bilin ki bu ülkeye kalkınmayı getirmiyorlar, bunların yapısı budur.  Onun için söyledik, bunlar hesap kitap da bilmezler. Bunlar halkı düşünmezler. Bunların tek düşündüğü alan vardır, kendi cepleri ve yandaşlarının cepleri.  Elektriğe zam gelince arkadaşlara dedim ki konuyu bir araştıralım, acaba petrole zam mı geldi, doğalgaza zam mı geldi, kömüre zam mı geldi, dolar mı yükseldi bunlar zam yapıyorlar. Hayır, tam aksine petrol fiyatları da düştü. O zaman bu zammı neden yapıyorsunuz ve Sayın Başbakan dönüp halka şu güvenceyi halka vermemeli, bize güvenin dememeli. Güvenmeyeceğiz, güvenmemeyi de artık bundan sonra bileceğiz ki Adalet ve Kalkınma Partisi için temel kuraldır, onlara güvenmeyeceğiz.

Değerli arkadaşlarım, Geçen Cumartesi ve Pazar günü Trabzon ve Giresun’a gittik. Yurttaşlarımızla beraber olduk, onlarla sohbet ettik, onların dertlerini dinledik, her ilde yaptığımız gibi basına kapalı sivil toplum örgütleriyle, esnaf kuruluşlarıyla, ziraat odalarıyla, sanayi odalarıyla, ticaret borsası, işçi ve işveren sendikaları yetkilileriyle oturduk konuştuk, dertleştik. Vardığımız sonuç şu: Karadeniz’deki sonuçla Urfa’daki sorun farklı değil, orada da işsizlik var, orada işsizlik var; orada da insanlar geçinemiyor, orada da geçinemiyor ve ciddi bir sorun var. Neden tümünü bir araya getiriyoruz? Belki de bunu ilk kez CHP yapıyor. Sanayiciyle işçi aynı yerde, ziraat odasıyla üretici, tüketici aynı yerde, kuyumcular derneğiyle öğretmenler aynı yerde ve onlara şunu söylüyoruz: Şu salonda gördüğünüz 80 – 90 kişi, bazen 100 kişi, Türkiye’de demokrasinin gelecekte ne kadar güçleneceğini CHP eliyle biz size göstermiş oluyoruz. İşçi burada söylüyor sanayici dinliyor, fındık üreticisi söylüyor fındık ihracatçısı dinliyor, dolayısıyla bizim amacımız o mutlu ve huzurlu Türkiye’yi yaratmak. Milli değer yaratmak, katma değer yaratmak, yaratılan katma değeri de hakça bölüşmek. Bu felsefeden olaya yaklaştığımızı onlara da anlatıyoruz.

Karadeniz’deki gezimizde bazı gözlemlerimiz oldu, o gözlemlerimizi de kısaca sizlere aktarayım. AKP’nin izlediği ikiyüzlü politikalarla ekonomide ciddi kayıplar var, bölgeden ciddi göçler var. Fındık üreticisi perişan edilmiş vaziyette. 2004’te yaşanan don faciasının bedeli dahi -2010 yılına geldik, ödenmiş durumda değil. Fiskobirlik, adeta ölüme terk edilmiş ve Karadeniz üreticisi, fındık üreticisi geleceğe büyük bir kaygıyla bakıyor. Biz onlara şu güvenceyi verdik, bu kürsüden de aynı güvenceyi bütün milletimize veriyoruz. Birinci olarak şunu söyledik: Fındık, Karadeniz Bölgesi için stratejik bir üründür, yani milli bir üründür, yani yüz binlerce ailenin tek geçim kaynağı fındıktır. O zaman fındığı özel devletin koruması ve politikası altında mutlaka yeniden yapılandırmak, yeniden üretmek, yeniden politikasını oluşturmamız gerekiyor. Yani fındık bir milli üründür, Zonguldak’ın kömürü gibi değerlendirilecektir.

İkinci önemli nokta, fındıkta dünya birincisiyiz, fındık üretiminde dünya birincisiyiz ama dünya birincisiyiz de fiyatı biz belirleyemiyoruz, niçin? Petrol üreticileri bir araya gelirler, bütün dünyada petrol fiyatını belirlerler, üstelik bunlar değişik ülkeler, biz tek bir ülkeyiz, fındık üretiminde birinciyiz fakat fiyat belirleyemiyoruz, fiyatı uluslararası spekülatörler belirliyor ve bizim fındık üreticimizin alın terini birileri sömürüyor. Biz şunu söyledik, sözünü de verdik: Karadeniz’de kesinlikle bir fındık borsası kurulacak ve fındık fiyatını da Türkiye belirleyecektir.  Bu yetmiyor, Fiskobirlik’i yeniden yapılandıracağız, idari ve mali özerkliğini sağlayacağız, siyasetçi burnunu sokmayacak oraya ama önemli bir şey var. Fiskobirlik saydam olacak, Fiskobirlik fındık üreticisine hesap verecek, CHP’nin iktidarında herkes hesap verecek, hesap vermekten hiç kimse korkmayacak.  Eğer Fiskobirlik, üreticinin hakkını koruyacaksa, fındık üreticisine kaynak aktaracaksa, onun ürününü hak ettiği değerden alacaksa Fiskobirlik’te yolsuzluğa asla kapı aralamayacağız, yolsuzluk yapanlardan hesap soracağız ve Fiskobirlik üreticiye hesap verir konuma gelecek. Bunun hukuksal altyapısını oluşturacağız.

Sağlıklı bir stok kontrolü geliştireceğiz. Fındık üretiminin az olduğu dönemlerle çok olduğu dönemler dikkate alınacak, sağlıklı bir stok kontrolü yapılacak, dolayısıyla fiyat üretiminde Türkiye tek bir numara olacak eskiden olmadığı gibi. Tek fiyatı biz belirleyeceğiz, uluslararası piyasalara biz fiyatımızı söyleyeceğiz ve dışarıdan da talepler bu bağlamda gelmiş olacak.


Fındık fiyatını mutlaka hâsılattan önce açıklayacağız. CHP iktidarında uygulayacağımız politikalardan birisi de bu. Böylece üretici, Fiskobirlik’e mi malını götürür verir, yoksa tacire mi verir kendi tercihine bırakacağız. Onu son güne kadar gelip tefecinin eline teslim etmeyeceğiz ve bir şey daha yapacağız. Eğer fındık ürününü sanayide kullanmak isteyen bir yatırımcı varsa ona da özel teşvik olanakları sağlayacağız. Böylece fındık üreticisinin, Türkiye’nin fındık ihracatçısının kazanacağı bir modeli kuracağız. Alın terinin karşılığı dışarıya gitmeyecek, alın terinin karşılığı Türkiye’de kalacak. Türkiye fındıktan hak ettiği doları da bu yöntemle almış olacak.

Karadeniz’in bir diğer temel özelliği var doğal koşullardan kaynaklanan, kıyıya hapsedilmiş bir yapısı var. Karadeniz, İç Anadolu’yla, GAP’la bağlantısı yok. O da CHP iktidarı döneminde olacak. Doğudan batıya olan entegrasyon kuzeyden güneye de olacak. Karadeniz’le GAP’ı buluşturacağız, bu konuda kararlıyız.

Değerli milletvekilleri, her gittiğimiz yerde bize, Karadeniz de dâhil, çiftçinin üstündeki faiz yüklerinden büyük şikâyetler geliyor. Haciz kıskacında çiftçi, haciz kıskacından kurtulamıyor. Arabasını satan, pulluğunu satan, evini satan, tarlası hacizli olan bir değil, bin değil, binlerce çiftçi var. Ben size bazı rakamlar vereyim, izin de vereceğim, belki AKP’liler gider araştırırlar diye.

Muhlis Aslanalp, Sivas Yeniyapan Köyünden. Ana para borç 18 bin 228 lira, faizle beraber rakam 198 bin 533 liraya çıkmış.

Müseyip Karabağ, Kars’tan, 4 bin 707 lira ana borcu, faizle beraber 62 bin 235 liraya çıkmış.

Ragıp Taş, Eskişehir Taşlı Köyünden, anapara borcu 9 bin 600 lira, faiziyle birlikte 95 bin lira olmuş.

Tevfik Atik, Yozgat Akdağmadeni’nden, borç ana parası 5 bin lira, faiziyle beraber 13 bin lirasını ödemiş, şimdi 48 000 lira daha istiyorlar.

Ayşe Algaş, Eskişehir Seyitgazi’den. 23 bin lira anapara borcu var, faiziyle birlikte 35 bin lirasını ödemiş, şu anda 284 bin 393 lira daha para istiyorlar.

Beyaz İrenci, Konya’dan, 58 bin 430 lira var anapara borcu, 280 bin 013 lira istiyorlar.

Ali Sezen, Ankara Beypazarı’ndan, 46 bin 781 lira anapara borcu var, 167 bin 706 lira istiyorlar. Bu yük, bu çiftçi tarafından çekilemez, bu yük bu üretici tarafından çekilemez. Siz yasa çıkaracaksınız diyeceksiniz ki, gayri safi milli hâsılanın yüzde 1’i oranında ben çiftçiye teşvik vereceğim, bunun yarısını dahi vermeyeceksiniz, ama çiftçiyi getireceksiniz faiz kıskacında boğacaksınız. Üretme diyeceksiniz, tarlanı sat diyeceksiniz, traktörünü sat diyeceksiniz, bu adam borçlarını nasıl ödeyecek? Bu, tam bir vicdansızlıktır, bunu şiddetle protesto etmemiz lazım.

Değerli milletvekilleri, bugünlerde okullarımız tatile girdi, çocuklarımız karnelerini aldılar. Onları bazen sokakta da görüyoruz, caddelerde de görüyoruz, oyun yerlerinde de görüyoruz, üniversitelerimiz ağır ağır mezunlarını vermeye başladılar, oralarda da diploma törenleri yapılıyor. Bütün öğrenci kardeşlerimize bundan sonraki okullarında, sınıflarında başarılı bir süreç geçirmelerini diliyoruz ama AKP iktidarının Milli Eğitimi hiç de iyi bir noktaya getirmediğini her hâlde hepiniz biliyorsunuz. Çoluk çocuk sahibi olan, çocuğunu okula gönderen bütün anne babalar, acaba biz çocuğun geleceğini güvence altına almak için mi okula gönderiyoruz? Boğazımızdan kesiyoruz, bir sürü soruna katlanıyoruz ama sonucu ne olacak, bu çocukların geleceği ne olacak diye o kaygıyı henüz üzerimizden atmış değiliz.  Öyle bir alan yaptılar ki milli eğitimi… Eğitime destek vereceğiz, hiç endişeniz olmasın ama…  Size şunu söyleyeyim: Eğitimi tümüyle yazboz tahtasına çevirdiler. Aynı iktidar, bakan değişiyor eğitim politikası değişiyor, nasıl olur bu? Bir iktidarın bir politikası olur, kişiye göre politika mı olur? Bunlar, dediğim gibi güvensiz bir iktidar, güven vermeyen bir iktidar. Hele hele çocukların geleceğini yazboz tahtasına döndürürseniz, bu çocukların gelecek kaygısını üzerinizden atın diye nasıl ailelerine dönüp bakarsınız? Bakın, bunların döneminde genel lise sayısı 3 bin 357’ye çıktı ama dershane sayısı ilk kez genel lise sayısını aştı ve dershane sayısı 4 bin 193’e çıktı. Dershanelere ailelerin harcadığı para 16 milyar liranın üzerinde. Bugünkü yoksulluğa bakın, borç batağına bakın, aileler yiyeceklerinden kesiyorlar, eğlencelerinden kesiyorlar, gıdalarından kesiyorlar, giyimlerinden kesiyorlar çoluk çocuklarını dershanelere gönderiyorlar acaba çocuğum başarılı olabilir mi diye. 1 milyon 174 bin öğrenci dershaneye gidiyor. Eğitimin geldiği sonuç ne biliyor musunuz arkadaşlar? Eğitimin geldiği sonuç şu: Çocuk diploma alsın diye okula, bir şeyler öğrensin diye de dershaneye gönderiliyor. İşte, AKP’nin milli eğitim politikası bu. Bu politikayı hangi çağdaş ülkede görebilirsiniz? Hangi kalkınmış ülkede görebilirsiniz? O zaman okulları kapatın dershaneler diploma versin, bu sorunu da çözmüş olalım.  Böyle bir anlayış olabilir mi? Çocuklar çocukluklarını da yaşayamıyorlar. Orta öğrenim kurumları sınavı geldi. Tek sınav yapılıyordu. Bir dönem bir bakanımız çıktı dedi ki, “Biz bunu kaldırıyoruz. Yerine üç sınav getireceğiz, SBS, seviye tespit sınavı yapacağız.” Sayın Bakan Hüseyin Çelik, 26 Ekim 2007’de şunu söylüyor SBS’ye geçme gerekçesi olarak: “Yeni uygulama öğrencileri dershanelere yönlendirmeyeceği gibi okuldaki dersler dikkate alınarak soru sitili geliştirilmesinin öğrenciyi okula daha çok bağlayacağını düşünüyoruz.” Bir sınavı üçe çıkarıyorsunuz, öğrenci dershaneye daha az gidecek, sınav soru sistemi nedeniyle de çocuk okula daha fazla bağlanmış olacak. Ortaya çıkan tablo tam bunun tersi. Milli Eğitim Bakanlığı kendi yayınladığı bir kitapta SBS’ye geçme gerekçesini şöyle anlatıyor: “OKS, yani orta öğrenimi için getirilen sınav sistemi, 120 dakikalık, tek oturumlu ve telafisi olmayan bir sınavla ölçerek öğrencide ve velilerde kaygı, stres, gerilim, tek hedefe kilitlenme gibi psikososyal açıdan olumsuz tutumları geliştirmiştir.” Yani tek sınavın getirdiği sorunlar. “Oysaki hiçbir ölçme aracı öğrencide ve velide böyle bir olumsuz tutum tetiklememektedir. OKS odaklı süreç, okul içi performansı azaltmış, disiplini olumsuz etkilemiş, öğrenciyi okul dışı kaynaklara yöneltmiştir. Aileye bir yandan ekonomik yük getirirken, diğer yandan da öğrenci ve ailede stres kaynağı olmuştur.” Bunun yerine tek sınavı kaldırdılar ve üç sınava geçtiler. Üç sınava ne zaman geçtiler? 28/6/2020’da yeni bakan geldi ve yeni bakan açıklama yaptı. Şimdi o açıklamayı okuyorum: Bu kez Sayın Bakan neden OKS’yi kaldırdıklarını anlatıyor.

“Getirdiğimiz sistemin, yani eskiden tek sistem, dershanelere yönelimi indireceğini düşünüyordum” diyor eski sistem, ama aksi oldu, dershanelere daha fazla gitti. “Hepimizin bildiği gibi uygulanan üç sınavlı orta öğrenim kurumlarına geçiş sisteminin okul dışı kaynaklara yönelimi artırdığına, okulun eğitim sistemindeki merkeziliğini kaybetmesine yol açtığına ve çocukların sosyopsikolojik gelişimine olumsuz yönde etkilediğine yönelik kamuoyunda geniş bir uzlaşı bulunmaktadır.” Tam tersini söylüyor. Bakanlar değişiyor, sistem değişiyor, aynı gerekçelere dayanıyorlar ve bunun adı Millî Eğitim Bakanlığı oluyor ve ikisi de aynı partinin elemanları. Oysa küçük bir kardeşimiz, 23 Nisan’da bu gerçeği saptamış. 23 Nisan’da Başbakanlık koltuğuna oturan Erçin Koçubaba şu açıklamayı yapmış: “SBS’yi ben kaldıracağım.”  Bu küçük kardeşimiz, yaşamın içinden, eğitimin içinden geliyor, çünkü sınava o giriyor, hayatı o biliyor, sıkıntıları o biliyor, arkadaşlarıyla oynamanın özlemini o hissediyor ve niçin oynayamadığını da biliyor ve diyor ki “Ben Başbakan olduğumda SBS’yi kaldıracağım.” Koca koca adamlar, bu çocukları deneme tahtası hâline getirdiler ve sonra keşfettiler yaptıkları yanlışlıkları. Oysa o çocuğu dinleselerdi gerçeği çok daha önceden öğrenmiş olacaklardı.

Eğitim bununla mı bitiyor, keşke bununla bitseydi. Bir de YÖK belası var, biliyorsunuz. YÖK’ü AKP’nin arka bahçesi hâline getirdiler ve YÖK’ü üniversitelere baskı aracı hâline getirdiler. Öğretim üyeleri konuşmasın dediler, öğrenciler konuşmasın dediler ve baskı aracına dönüştürdüler. Hani, bunlar demokrasi diyorlardı ya, özgürlük diyorlardı ya, hak diyorlardı ya, adalet diyorlardı ya, bütün bunları rafa kaldırdılar. Onu oy almak için yapıyorlardı. Oy aldılar, şimdi halka hükmetmeye başladılar, YÖK aracılığıyla da üniversitelere hükmediyorlar, üniversiteleri baskı altına alıyorlar. Giresun Üniversitesinde bir rektör seçimi yapılıyor, en çok oy alan 2 üyeyi yazmıyorlar, YÖK yazmıyorlar. 2 oy alan, biri kendi oyu, yani 1 oy alan kişiyi listeye koyuyorlar ve buna da, YÖK’e “adalet” diyorlar. Şimdi bu YÖK Başkanına sormak lazım: Sizin demokrasi anlayışınız bu mudur acaba?  Siz, öğrencinin önüne geçip, üniversite öğrencisinin önüne geçip hangi anlayışla haktan, hukuktan ve adaletten bahsedeceksiniz. Bir öğrenci kalkıp size şunu sorsa: Hocam, siz nasıl oluyor da kendisine oy veren bir kişiyi listeye alıyorsunuz da en çok oyu alan kişiyi listeye almıyorsunuz, bunu bana bir anlatır mısınız dese acaba nasıl yanıt verecektir bu YÖK Başkanımız.  Ama halkımıza söz veriyoruz. Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında YÖK tamamıyla kaldırılacak.  Üniversitelerin idari özerkliği olacak, mali özerkliği olacak, bilimsel özerkliği olacak, her üniversitede en aykırı düşünceler özgürce dile getirilecek CHP iktidarında.  Bizim hedefimiz, öğrencileri deneme tahtası yapmaktan çok özgüveni olan, geleceğe kaygıyla değil güvenle bakan, yaşamı sorgulayan bir eğitim sistemini hayata geçirmek olacaktır.

Ben şimdi size AKP’nin programından bir bölümü okumak isterim. Parti programının 5’inci maddesi “Eğitim, araştırma ve istihdam planları olmaksızın yapılmaktadır.” Ne kadar doğru. “Yükseköğretim kurumları dâhi eğitim öğretim kurumlarımızın çoğu gerçekçi bir anlayıştan uzak diplomalı işsizler yetiştirmektedir.” Ne kadar doğru. “Bu nedenlerle partimiz…” yani AKP “…eğitim alanında köklü bir reform hareketine girişecektir.” Eğer reform buysa sevsinler sizin reform anlayışınızı.

Hani dedik ya, bunların yazdıklarıyla söyledikleriyle yaptıkları tamamen terstir diye. İşte, buradan da kendi parti programlarında. Hangi uygulamayı yaptınız, eğitimde hangi çağdaş kapıyı araladınız? Hangi planı, programı yaptınız? 2050 yılında, 2023 yılında, 2030 yılında Türkiye’nin hangi alanında ne kadar yetişmiş insana, üniversite öğrencisine ihtiyacı var, bunun bir planlamasını yaptınız mı? Yapmadılar. Yapamazlar, çünkü onlar Türkiye’nin geleceğini düşünmüyorlar, onlar kendi geleceklerini düşünüyorlar, kendi çocuklarının geleceğini düşünüyorlar, halkın çocuklarının geleceğini değil.  Ve biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak, eğitimi üretim için yapacağız, eğitim üretim için olacak. Kişi eğitilecek, kişi okuyacak, hayatı sorgulayacak, üretim yapacak, ülkenin kalkınmasına katkıda bulunacak, temel hedefimiz bu olacaktır. Eğitimde bir şey daha yapacağız. 12 Eylül rejiminin el koyduğu öğretmen kuruluşlarının mal varlıklarını öğretmen kuruluşlarına aynen iade edeceğiz.  Ve bir şey daha yapacağız. Bütün organize sanayi bölgelerinde ara eleman yetiştirmek için yatılı meslek liseleri oluşturacağız. Çocuk okuyacak, ailesine yük olmayacak, çevresine yok olmayacak, ikinci sınıftan itibaren fabrikasına gidecek stajını görecek, mezun olunca işi hazır olacak.  Ve yine Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında, zorunlu eğitimi 12 yıla aşamalı olarak çıkaracağız, artık Türkiye çağdaş normları yakalamak zorundadır.

Özel eğitim okulları, engelliler… …onlar bizim insanımız, onlar bizim parçamız. Engelli olmayan yurttaş nasıl iş istiyorsa, aş istiyorsa engellenin de sosyal devletten iş isteme, aş isteme, eğitim isteme hakkı ve özgürlüğü vardır.  Engellilerle ilgili yeteri kadar okulumuz yok, engelli sayımız için okullarımız yetersiz ama özel okullar var. Buraya giden engelli kardeşlerimiz var. Bu okulların mutlaka desteklenmesi ve teşvik edilmesi gerekiyor.  Bürokraside çalıştığım yıllarda da engellilerin yaşamlarına, onların karşılaştıkları zorlukların giderilmesi için özel çaba harcadım. Bir parlamenter olarak da bu çabayı harcayacağız, Cumhuriyet Halk Partisi olarak da bu çabayı harcayacağız.

Değerli milletvekilleri, son olarak bir konuya daha değinip izninizi isteyeceğim. AKP nükleer santrallerle ilgili olarak bir yasa çıkardı. Rusya ile bir anlaşma yapıldı ve bu anlaşmaya “uluslar arası anlaşma” dediler. Şimdi, tatile girmeden önce bu anlaşmayı apar topar Parlamentodan geçirmek istiyorlar. Bu anlaşma kamuoyunda yeteri kadar tartışılmış değil. Türkiye’nin burada çıkarı mı var, zararı mı var akademik çevrelerle de, bu konuyla ilgili olan çevrelerle de sağlıklı bir tartışma sürecinin yaşanması ve olayın, hayatın sorgulanması lazım. Bu yapılmış değildir. AKP bunu getirerek Anayasanın 90’ıncı maddesine göre bizim Anayasa Mahkemesine başvurma yollarımızı kapatmak istiyor. Diyor ki, “bu bir uluslararası bir anlaşmadır, geçecektir ve gereği yapılacaktır.” Ama AKP şunu unutmasın: Türkiye Cumhuriyeti’nin aleyhine bir şey olursa –ki arkadaşlarımızın çok ciddi kaygıları var. Bu konuda verdikleri muhalefet şerhlerinde bu kaygıların tamamı orada yazılı- bunun hesabını soracağız, ne olursa olsun soracağız.  Ve şunu öğrenmek istiyoruz: Eğer bir nükleer santral yapacaksanız çıkarırsınız uluslararası ihaleye kim en düşük fiyatı verir, kim Türkiye’nin çıkarları için en uygun koşulları verirse onunla anlaşma yaparsınız. Niçin uluslararası ihaleye çıkmaktan kaçınıyorsunuz? Birilerinin özel koruyucusu musunuz, yoksa birilerini özel olarak korumak için söz mü verdiniz? Bu soruların yanıtı henüz alınmış değil ama önümüzdeki süreçte bunların tamamını soracağız ve sorgulayacağız.

Hepinize en içten saygılarımı sunuyorum, teşekkür ediyorum.

Gündem'den Öne Çıkan Haberler