23.12.2017

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU, KOCAELİ TİCARET ODASI’NI ZİYARET ETTİ (23 ARALIK 2017)

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU, KOCAELİ TİCARET ODASI’NI ZİYARET ETTİ (23 ARALIK 2017)

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Kocaeli Ticaret Odasında (KOTO) iş adamlarıyla bir araya geldi.  

Genel Başkan Kılıçdaroğlu yaptığı konuşmada şunları söyledi:


Sayın Başkanlar, değerli dostlarım, hepinizi saygıyla selamlıyorum. İlk kez burada böyle bir toplantı yapıyoruz, böyle bir toplantıyı gerçekleştiriyoruz. Dolayısıyla bize bu olanağı sağlayan Sayın Başkanlara yürekten teşekkür ediyorum. Çoğunuz beni televizyonlarda ya konuşurken, ya tartışırken izlemişsinizdir. Kim bu Kemal Kılıçdaroğlu? İzin verirseniz önce oradan başlayım. Ben Anadolu’nun kuş uçmaz, kervan geçmez bir köyünde doğdum. Yedi kardeşiz, ben ikizim. Yedi kardeşten üniversiteye giden sadece benim. Rahmetli annem okuma yazma bilmezdi, ablam da okuma yazma bilmez. Yani sizler gibi, Anadolu insanı gibi yetişen birisiyim. Ama cumhuriyetin bize sağladığı olağanüstü bir avantaj vardı. Eşit fırsat sağladı bize, eğitimde eşit fırsat sağladı. Sınavlara girdik, devletin en önemli kurumlarında görev yaptım, müsteşar yardımcılığına kadar yükseldim, sonra kendi isteğimle emekli oldum ve sonra siyasetle tanıştık, siyasetin geldik göbeğinde yer alıyoruz.

Kamuda görev yaptığım süre içinde, belki çoğunuz beni SSK Genel Müdürü olarak tanıdınız ama benim asıl çalışma alanım Maliye Bakanlığı, 27,5 yıl bürokratik hayatımın aşağı yukarı 20 yılını ben Maliye Bakanlığında geçirdim. Vergi nasıl toplanır, bütçe nasıl yapılır bu benim uygulamalarım, bürokraside bunları bize öğrettiler.

Dolayısıyla görev yaparken nasıl titizlikle görev yaptıysak siyaseti de özenle, titizlikle yerine getirmek istiyoruz, yapmak istiyoruz. Hayatım boyunca hiçbir zaman gerginlikten yana bir tavır takınmadım hiçbir zaman. Gerginlik de istemedim. Siyasette gerginliğe aslında yer olmaması lazım. Niye gerginlik olsun siyasette? Ama bizim gibi ülkelerde siyasette uzlaşma kültürünün olması ve gelişmesi gerekir. Bunun mücadelesinin verilmesi gerekir. Ben de siyasette uzlaşma kültürünün olması, düşüncelere saygı olması, her düşüncenin özgürce ifade edilebilmesi, böyle bir Türkiye arzu ediyorum, en büyük arzum bu. Ama bu şu anlama gelmemeli. Birisi hata yaptığı zaman, özellikle yöneten konumunda olan birisinin hata yapması halinde o hatayı hiç görmeyelim anlamına gelmez, gelmemelidir de zaten. Çünkü ülkeyi yönetenlerin yaptığı hatanın maliyetini hepimiz çekeriz, bir kişi çekmez. Ailede hata yapılırsa ailede çekilir. Sonunda oturulur konuşulur ve hata telafi edilir. Ama ülkeyi yönetenlerin yaptıkları hata maliyet olarak hepimizi ilgilendirir.

Ticaret Odası’ndayız, yani vergi ödeyenlerin odasındayız. Yani bazılarının da ifade ettiği gibi hepimizden vergi alınıyor, biz kümesteki kazdan mıyız diye zaman zaman tanımlanırdı bu çok sık tanımlanır; vergi ödeyen, kazanan, üreten, çalışan ve vergi ödeyen bir yerdeyiz. Dolayısıyla verginin ne kadar önemli olduğunu ben de biliyorum, vergiyi ödeyen vatandaş da biliyor. Kar elde ettiği sürece elde ettiği bir kısmını götürüp devlete veriyoruz. Hep beraber veriyoruz. Bazen hiç karımıza bakılmaksızın dolaylı vergilerle de ödüyoruz. Ekmek alırken, musluğu açarken, hatta elektrik düğmesini, elektriği açtığınız andan itibaren dört çeşit vergi ödersiniz. Gelir vergisi hariç, kurumlar vergisi hariç dört çeşit dolaylı vergi ödersiniz veya hanım sabahleyin musluğu açar çay demlemek için, musluğu açtığınız andan itibaren beş çeşit dolaylı vergi ödersiniz. Hayatın her tarafında vergi var, vergisiz bir hayat sadece nefes alıyoruz orada vergi yok. Onun dışında vergi var. Dolayısıyla siyaset kurumu bu vergileri toplar, bütçe yapar ve topluma hizmet olarak sunar. Bütün mesele nedir? Toplanan vergilerin nerelere harcandığının hesabının siyaset kurumu tarafından verilmesidir. Demokrasinin dünyada çıkış noktası da budur. Ben vergi ödüyorum ey hükümet sen de ödediğim verginin hesabını bana vereceksin. Bunun adı demokrasidir. Eğer bir siyasal iktidar vatandaşın ödediği verginin hesabını vermiyorsa orada sorun var demektir, nereye gidiyor bu para? Biz hep birlikte yaşımız ne olursa olsun, çalıştığımız alan ne olursa olsun, yaşadığımız bölge ne olursa olsun, yaşam tarzımız ne olursa olsun bunun hesabını sormak zorundayız vatandaş olarak. Demokrasinin gereğidir bu.

Neden demokrasinin gereğidir bir örnek daha vereyim. Bütçe Kanunları diğer kanunlar gibi yapılmaz. Bütçe Kanunları parlamentoya, anayasa öngörmüş en geç şu tarihte bütçe kanunu gelecek diye, yani en geç 2 ay önce tasarının meclise gelmesi lazım. Ve diyor ki, ancak bu kadar, yani yıl sonuna kadar sen Bütçe Kanununu görüşeceksin. Mesela bir gecede Bütçe Kanunu gelip ertesi gün yasalaşamaz. Anayasa buna izin vermiyor. Niçin? Bütçe tartışmaları olsun ki, vatandaş ödediği vergiler nerelere gitti onu öğrenebilsin diye. Plan Bütçe Komisyonunda da bir gecede bütün bütçe kanununu görüşemezsiniz. Bütçenin böyle bir özelliği var. Bu özelliği kazandıran vatandaşın o bütçeye verdiği paralar. Yetmezse devlet ayrıca borçlanır. Peki o borçlanmayı kim öder? Onu da sonra hep beraber biz öderiz, vergi olarak ödeyeceğiz bunu. Dolayısıyla siyaset kurumunun hesap soran değil, hesap veren özelliği vardır. Ve Türkiye’de hepimiz başta iş dünyası olmak üzere siyaset kurumuna hesap sormak zorundayız. Bu hesabı sorduğunuz andan itibaren biz biliriz ki, bu ülkede artık demokrasi kökleşti ve yerleşti. Ve siyasetçinin de bundan alınganlık göstermemesi lazım. Tam tersine evet doğru benim hesap vermem gerekiyor demesi lazım.

Kocaeli’ni biliyoruz, sadece ben değil aslında bütün dünya biliyor Kocaeli’ni. 1967-68 yıllarında benim ilk Kocaeli’ye geliş tarihim, o yıllarda bana göre çok daha güzel bir Kocaeli vardı. Ama tabi kent değişti, bir beton yığınına dönüştü o da ayrı bir olay. Oturulup onun üzerinde ayrıca belki özel olarak da tartışmak gerekiyor. Ama bugün ekonomimizde de, sanayide de artık önemli bir marka haline geldi Kocaeli. Ticarette de önemli bir marka haline geldi. Bu markayı hepimizin güçlendirmesi lazım, katkı vermesi lazım. Kocaeli’nin böyle bir özelliği var. Evet İstanbul’dan sonra bütçemize de en büyük katkıyı yapan, sanayiye de, dış ticarete de en büyük katkıyı yapan kentlerimizden birisi.

Şimdi bizim hedefimiz ne olmalı? Eğer siz geleceğe yönelik bir strateji belirlememişseniz siyaset kurumu olarak, Türkiye’nin geleceğini iyi planlamamışsanız başarılı olamazsınız. Elin oğlu 50 yıl sonrasını, 100 yıl sonrasını planlıyor. 50 yıl sonra Almanya’da ne olacak, 100 yıl sonra Amerika’da ne olacak, Güney Kore’de ne olacak, Hindistan’da, Pakistan’da ne olacak? Pakistan demeyim de Çin’de ne olacak? Bütün bunların hepsinin hesabı yapılır ve bir toplum geleceğe hazırlanır. Buna planlama deniyor. Bizde ise üzülerek ifade edeyim, yarın ne olacak kimse bilmiyor. Eğer bir iş dünyasının yatırımcısı yarın konusunda endişe taşıyorsa ve yarın ne olacaktır diye bilmiyorsa orada sorun var demektir. Siyaset kurumu toplumun önünü açmak zorundadır, gerginlik yaratmadan toplumun önünü açmak zorundadır. Kutuplaşma yapmadan toplumun önünü açmak zorundadır.

Ben şimdi size eleştiriden çok Cumhuriyet Halk Partisi Türkiye’yi nereye taşımak istiyor, bizim hedefimiz ne, nelerden yola çıkarak biz Türkiye’yi 21.yüzyılın markası haline getirebiliriz? Size kısaca o konuları anlatmak istiyorum. Çünkü şöyle bir algı var, iş dünyasında da böyle bir algı var ve bu algının oluşmasında bizim de kusurumuz var. Efendim Cumhuriyet Halk Partisi hep eleştirir ama Cumhuriyet Halk Partisi bir öneri getirmez. Böyle bir algı var. Algıyı besleyen belki geçmişte bizim yaptığımız hatalar. Ama şundan iş dünyasının emin olmasını isterim. Bugün Türkiye’de hangi sorun varsa o sorunun çok rahat söylüyorum ve özgüvenle söylüyorum çözüm adresi biziz. Nasıl çözüleceğini çok iyi biliyoruz. Ben size Türkiye’nin gelecek stratejisini çizmek istiyorum. Gelecek stratejisi nasıl olmalı? 4 aşamalı bir değerler zinciri oluşturmak zorundayız, 4 aşamalı. Bunlar toplumda yaşayan her kesimin olmazsa olmazı olmalı.

Birinci aşaması şudur: Tam demokrasi. Demokrasisi gelişmemiş hiçbir ülke gelişmemiştir. Dünyada örneğine bakın. Eğer bir ülkede demokrasi gelişmişse kişi başına gelir yüksektir. Buyurun gidin Almanya’ya, buyurun gidin Norveç’e, buyurun gidin Amerika’ya, Kanada’ya, Japonya’ya, kişi başına gelir çok yüksek. Neden? Hepsinde demokrasi gelişmiş. Birinci sınıf demokrasi var, tam demokrasi var. En küçük Hollanda, Konya’dan küçük, Konya’dan küçük Hollanda’nın sadece tarım ürünü ihracatı bizim beş katımız. Neyimiz eksik Allah aşkına, niye Hollanda’nın ürün ürettiği kadar üretemiyoruz ve Hollanda’nın ihracatı kadar tarım ürünü ihraç etmiyoruz, ne eksiğimiz var? Her şeyimiz var. Eksik; planlama yok, neyi yapacağımızı bilmiyoruz. Demokrasi bu açıdan çok önemli. Demokrasi ne demek? Sadece sandığa gidip oy kullanmak demek değildir demokrasi. O sadece birinci adımdır. Yargı bağımsız olmalı ki, herkesin can ve mal güvenliği olsun. Yargı bağımsız değilse bir ülkede kimsenin can ve mal güvenliği yoktur. Herkes her an içeri atılabilir, herkesin malvarlığına el konulabilir. Bu olmaz, demokrasilerde bu olmaz. Bunun olduğu bir yere yabancı sermaye Türkiye’ye gelsin. Niye gelsin, çekinir gelmez. Ya bir gün benim malvarlıklarıma el konulursa der. Düşünce özgürlüğü kesinlikle olmalıdır. Düşünce özgürlüğünün olmadığı bir yerde demokrasi zaten olmaz. Benim gibi düşünmeyen insanında konuşmaya, düşüncesini ifade etmeye hakkı vardır. Benim gibi düşünmeyen insana bir dakika sen konuşmazsın dediğiniz andan itibaren bu ülkede büyümeyi de, gelişmeyi de, düşünce üretmeyi de yasaklamış olursunuz ve Türkiye büyümez. Medya özgürlüğü kesinlikle olmak zorundadır. Bütün demokrasilerde, gelişmiş demokrasilerde medya dördüncü güçtür. Yasama, yargı, yürütme ve medya. Medyaya yasak getirirseniz demokrasiyi öldürmüş olursunuz. Hükümeti nasıl eleştireceksiniz? Medya aracılığıyla eleştireceksiniz. Onu siyasi otorite kontrol ederse bu olmaz. Demek ki birinci ayağımız tam demokrasi olacak.

İkinci ayağımız: Üreten Türkiye. Türkiye’nin üretmesi lazım. Bir ülke ürettiği sürece güçlü olur ve bir ülke ürettiği sürece dünyada saygınlığı artar. Sorunumuz şu, neyi üreteceğiz? Makine halısı mı üreteceğiz, yoksa katma değeri yüksek ürün mü üreteceğiz? Eğer siz katma değeri yüksek ürün üretemezseniz, katma değeri yüksek ürün üreten ülkelerin sadece tüketicisi olursunuz. İş dünyasının bunu çok iyi bilmesi lazım. Diyelim ki, Gaziantep’te bir işadamı 5 tır dolusu makine halısı yaptı, üretti ve ihracat yaptı. Gelecek Japonya’dan birisi bir el çantası içinde cep telefonu dolu, 5 tır dolusundan daha fazla gelir elde edecek ve bütün dünyaya satacak. Demek ki biz katma değeri yüksek ürün üretmek zorundayız. Üretimden ben bunu kastediyorum. Soru şu, katma değeri yüksek ürünü nasıl üreteceğiz? Öyle ya üretmek, talep var nasıl üreteceğiz? Bunun yolu da üniversitelerin bilgi üretmesidir. Üniversiteleri bilgi üretmeyen bir ülkenin katma değeri yüksek ürün üretme şansı yoktur. O açıdan üniversitelerde her türlü düşünce özgürce tartışılmalıdır. Düşünce üretmekten kimsenin korkmaması lazım. Eğer düşünce üretti diye öğretim üyesini kapının önüne koyarsan, görevine son verirsen o üniversite bilgi üretemez. Ve ben iş dünyasının saygıdeğer mensuplarına şunu hatırlatmak isterim. İran üniversitelerinin ürettiği bilgi sayısı Türk üniversitelerini geçti. Haberiniz yoktur belki. Bizim neyimiz eksik Allah aşkına, niye üretemiyoruz? Bir ülkeyi geri bıraktırmak için işgal etmenize gerek yok, bombalamanıza da gerek yok, baskı uygulamanıza da gerek yok, ambargo uygulamanıza da gerek yok. Bir şey yapacaksınız, eğitim sistemini bozacaksınız. Eğitim sistemin bozduğunuz andan itibaren o ülkeyi istediğiniz gibi artık yönetebilirsiniz. Bugün bizim bir eğitim politikamız yok arkadaşlar ve üniversiteler bilgi üretmiyor.

Bakın ben size en tipik örneği vereyim. Anayasa değişikliği iki kere oldu referanduma gittik, herkes konuştu. Konuşmayan kim? Üniversiteler. Bir ülkenin üniversiteleri konuşmazsa orada siz sağlıklı bir devlet yapılanması sağlayamazsınız. Akademide okurken Devrim Tarihi dersine Hamza Eroğlu diye bir hocamız gelirdi. Onun kitabından bir bölümü hiç unutmam. İkinci Dünya Harbi sonrası Almanya bombalanmış, taş taş üstünde kalmamış. Amerikalı general Alman generale şunu söyler, “Almanya’da taş taş üstünde kalmadı, her tarafı yıktık, bombaladık sizi esir aldık Almanya artık sırtını doğrultamaz.” Alman generalin verdiği cevap çok önemlidir. “Evet” diyor “Almanya’yı bombaladınız, taş taş üstünde kalmadı ama sakın bir şeyi unutmayın, Almanya’nın üniversiteleri ayakta.” Taş taş üstünde kalmayan Almanya bugün Avrupa Birliğinin ana aktörü haline geldi. Biz ikinci Dünya Harbinde de gelirdik, biz de de üniversiteler var. Neden yapamıyoruz? Eğitim sistemi. Almanların yaptığını biz de yapabiliriz, Fransızların yaptığını biz de yapabiliriz, Amerikalıların yaptığını biz de yapabiliriz, Japonların yaptığını biz de yapabiliriz. Ama bize yaptırmıyorlar. Siyaset kurumu buna engelledi.

Eskiden Devlet Planlama Teşkilatı vardı bizde. Şimdi o kapandı, bakanlık yaptılar onu. Oysa Devlet Planlama Teşkilatı demek en iyi düşünen, Türkiye’nin geleceğini düşünen kültüristlerin bir araya gelip, bunların sayıları çok fazlada değildir yani bilemediniz 200, bilemediniz 300 kişidir ülkede, bunlar bir toplumun, bir ülkenin geleceğini planlıyorlar. Biz şimdi bunu yok ettik. Benim sorumluluğum var ama tek tek her birinizin de sorumluluğu var. Üreten Türkiye, katma değeri yüksek ürün üreten Türkiye. Otomobil konusunda Sayın Başkan söyledi , “Burada otomobil üretimi yapıyor, dünyanın her tarafına ihracat var. Ama yerli markamız yok.” Şimdi onu yapmaya çalışıyorlar. Ama biz Güney Kore’den önce otomobil üreten ülkeydik biliyor musunuz? Şimdi Güney Kore’nin dünya çapında üç markası var, bizim hiç markamız yok. Sorumlusu kim? Siyaset kurumu. İş dünyası değil, siyaset kurumu sorumlusu. Türkiye’yi yönetenler siyasetçiler. Eğer siz bir ülkenin geleceğini planlamazsanız tökezlersiniz, adamı tökezletirler. Efendim dış düşmanlarımız var. Dost olan ülke olur mu arkadaşlar? Bizim dost olan bir ülkemiz vardı o da Pakistan o kadar. Bütün dünya birbiriyle rekabet halinde, herkes birbirinin ayağını kaydırmak ister. Hele Türkiye 80 milyon, cep telefon satsanız 80 milyon cep telefonu. Televizyon satsanız 80 milyon televizyon. Buğday satıyorsunuz şimdi, saman satıyorsunuz, her şey satıyorsunuz. 80 milyonluk bir tüketim alanı, tüketim pazarı. Size bırakırlar mı? Siyasetçinin uyanık olması lazım, bakması lazım. Onu yapmıyor.

Birinci ayağımız neydi? Güçlü bir demokrasi. İkinci ayağımız? Üreten Türkiye.

Üçüncü ayak: Türkiye güçlü bir sosyal devlet olmak zorundadır. Sosyal devlet ne demektir? Sosyal devlet güçsüzü koruyan devlet demektir. Örgütlü toplum. Sosyal devlet budur. Kişiler örgütlenecekler. Hasta, açıkta kimse kalmayacak. Neden güçlü bir sosyal devlet? Çünkü sosyal devletin güçlü olması barışın garantisidir, huzurun garantisidir. Siz isterseniz trilyonları kazanın bir mahallede yaşayan binlerce kişi açsa siz orada barışı sağlayamazsınız, mümkün değil. Çünkü onun da karnının doyması lazım, onun da geçinmesi lazım, onun da ailesi var. Gelir dağılımının dengeli olması lazım. Nasıl yapacağız? Güçlü bir sosyal devletle yapacağız. Büyüdük diyoruz, yüzde 10’un üzerinde büyüdük. İşsizlik de artıyor, nasıl oluyor? Benim iktisattan öğrendiğim hocalarım yanlış öğretmedilerse büyüme arttıkça işsizlik de azalırdı. Tam tersi oluyor. Nasıl oluyor bu? Bir yerde bir hata var. Cari açık artıyor, bütçe açığı artıyor, işsizlik artıyor, bir sorun var burada. Büyümede bir sorun var. Ya rakamda bir sorun var veya bize anlatılanda bir sorun var. Güçlü bir sosyal devlete ihtiyacımız var.

Demokrasiyi tam yaptık diyelim, üreten Türkiye’yi de ayağa kaldırdık diyelim, güçlü bir sosyal devlet olduk diyelim, ama dünya bu süratle değişiyor.

Dördüncü halkamız: Sürdürülebilirlik. Sürdürmemiz lazım. Yani demokrasi geliştikçe biz de geliştireceğiz. Üretim çeşidi arttıkça biz de artıracağız. Sosyal devleti daha güçlü hale getireceğiz, bunun sürdürülmesi lazım. Sürdüremeyen devletler batarlar bir süre sonra. En tipik örneği Osmanlı’dır. Bilime ve teknolojiye önem vermeyen Osmanlı bir süre sonra kendi sonunu getirmiştir. Fatih Sultan Mehmet İstanbul surlarını döğmek için ustayı dışarıdan getirmiştir. Devasa Osmanlı’da top dökecek usta yoktur. Daha yakından örnek vereyim, Dumlupınar’a gideniniz oldu mu bilmiyorum, Dumlupınar giderseniz yolunuz düşerse, küçücük bir ilçe. Belediye Başkanı bir gün davet etti, MHP’li Belediye Başkanı dedi ki, “Sayın Genel Başkan buraya gelip Dumlupınar törenlerinde hazır bulunur musun?” Tabi dedim gelirim, gittim. Törenden sonra Dumlupınar Müzesini gezdik. Dumlupınar’da savaşta kullanılan silahlar, tüfekler. Rusların tüfeği var, Almanların tüfeği var, Amerikalıların tüfeği var, Osmanlı’nın tüfeği yok. Cumhuriyet’in de tüfeği yok. Ne zaman? Makine Kimya Enstitüsü kurulana kadar. Kendi silahımızı üretmeye başlıyoruz. 1921 yılında Kayseri’de uçak fabrikasının temeli atılır. 1940’lı yıllarda Türkiye uçak ihraç eden ülkedir. Sonra bizim o dost diye bildiklerimiz döndüler bize dediler ki 1950’lerden sonra, “Niye uçak yapıyorsunuz size bedava vereceğiz. Niye gemi yapıyorsunuz denizaltı size bedava vereceğiz.” Askerin palaskasına kadar bedava verdiler, çatal kaşığa kadar bedava verdiler. Dolayısıyla Türkiye kaybetmeye başladı o saatten sonra. Şimdi ne uçak yapabiliyoruz, ne de gemi yapabiliyoruz doğru dürüst. Zaman kaybettik. Önemli bir zaman dilimini kaybettik.

Biz onun için oturup yeniden düşünmek zorundayız. Bakın, bunların sağı, solu yoktur arkadaşlar. 21.yüzyılda dünya sağ ve sol eksenler arasına artık hapsedilemez. Biz bugün siyaseti 19.yüzyılın, 18.yüzyılın kavramlarıyla konuşuyoruz. Dikkatinizi çekiyorum, siyaseti 18.yüzyılın kavramlarıyla görüşüyoruz, tartışıyoruz ve çözümler üretmeye çalışıyoruz. Dünya 21.yüzyılda. Yeni sınıflar çıktı, yeni üretim tarzları çıktı. Siyaset kurumu bunun ne kadar farkında? Laf olarak değil eylem olarak ne kadar farkında? Ülkenin ileriye gitmesi lazım, büyümesi lazım Türkiye’nin, güçlenmesi lazım Türkiye’nin, üniversitelerinin bilgi üretmesi lazım Türkiye’nin. Ama içerde bir kör döğüşüdür gidiyor. Biliyorum belki aranızdan bazıları diyecek ki, efendim siz de sert konuşuyorsunuz, siz de Ana Muhalefet Partisinin Genel Başkanısınız, siz de sert konuşuyorsunuz, siz de gerginlik yaratıyorsunuz diyebilirsiniz. Ben sadece ve sadece yönetenlere soru soruyorum o kadar. Eğer tüyü bitmemiş çocuk vergi ödüyorsa, ülkeyi yönetenlerin de bu ülkede vergi vermesi lazım. Vergi cennetlerinde şirket kurmayı ben kabul etmiyorum arkadaşlar. Ben bunu söylüyorum. Başkanlar burada, ben de eski maliyeciyim, gelir bütün hesapları denetlenir. Vergi müfettişleri, hesap uzmanları, maliye müfettişleri gelirler herkes gelir denetler, defterlerini de verirler. 5 yıllık zaman aşımı var, ticaret hukukunda da 10 yıllık zaman aşımı var. En ufak bir zaafını görseler binerler sırtına. Kardeşim burada çalışıyor, burada kazanıyor, burada vergi veriyor, sen burada vergi vermemek için dışarıda şirket kurdurursan ben bunu kabul etmem. Hadi sıradan bir insan olsa ben onu eleştirmem, sıradan bir insan gider bir şekilde yapar onu. Ama ülkeyi yönetenler topluma örnek olmak zorundadır. “Balık baştan kokar” diye bir atasözümüz var. Baştaki temiz olacak ki balık da baştan kokmasın. Ben bunu söylüyorum. Bakın, ben gerginlik yaratmıyorum, ben sadece soru soruyorum ve neden bunu yapmıyorsunuz diyorum, bu kadar basit. Ben siyaset kurumunun ahlaki temeller üzerinde yükselmesini isterim. Ahlaklı siyaset. Siyaset kurumu ahlaklı olmak zorundadır, ahlaki temeller üzerinde büyümek zorundadır siyaset kurumu. Çünkü topluma örnek olacağız. Benim hatamı başkası da o zaman yapacak. Diyecek ki, devleti yönetiyor bu yaptı ben de yaparım diyecek.

Rıza Sarraf olayı, ben bunu da sordum. Daha önce de sordum. Amerika’ya gitmeden önce de sordum. “Rıza Sarraf bu ülkenin en büyük sahtekarıdır” dedim. “4 bakana, 3 bakana rüşvet verdi, bir banka genel müdürüne rüşvet verdi yargılayın bu adamı, bakanları da yargılayın, yargılansınlar. Kul hakkı yemek bu kadar ucuz mudur, yetim hakkı yemek bu kadar ucuz mudur, bir bakanı satın almak bir ülkede bu kadar ucuz mudur? Devletin bütün sırlarını gidip bir sahtekara teslim etmek bu kadar ucuz mudur?” Bunu söyledim. Ben bunu söyledim diye koro halinde saldırıyorlar, vay efendim niye söyledin? Ne söyleyeyim ben? “Rıza Sarraf çok temiz bir adam, devlet protokolünde yer alması gerekirdi. Rıza Sarraf’ın baş tacı edilmesi lazımdı.” Bunu mu söylemeliyim? O zaman ben ağzıma ahlakı alamam, dürüstlüğü alamam, namuslu siyaseti ağzıma alamam. Bu soru gerginlik yaratmak değildir. Bu sokaktaki vatandaşın diliyle hesabını sormak demektir. Ben bunu yapıyorum. Başka bir şey yapmıyorum. Her türlü hakaret geliyor. Gelebilir bakın ben onlara da göğüs gererim hiçbir sorunum yok benim. Hesabını veremeyeceğim hiçbir şey de yok. Ama biz bu ülkede birlikte yaşamak zorundayız, huzur içinde yaşamak zorundayız, birlikte yaşamak zorundayız. Doğrudur değişik siyasi partiler var, elbette olacaktır yani. Değişik görüşler var, elbette olacaktır, olacak akıl akıldan üstündür demişler. Benim bir eksiğimi bir başkası görür, bir hatamı bir başkası görür. Hayatın içinden gelenler daha iyi görürler. Ben size hayatın içinden gelenler daha iyi görürler derken güzel bir örnek vermek isterim. Hayatın içinden bir örnek: Hollanda’da bir ressam büyük kuşların resimlerini yapıyor. Çok güzel bir sergi açmış, bir kokteyl düzenlemişler, bütün ressamlar orada, işte elit dediğimiz tabaka, okur – yazar, romancılar, yazarlar, ressamlar, sinemacılar gelmişler o galeriyi geziyorlar ressamda resimlerini tanıtıyor. Bakmışlar bir köylü gariban bir adam bir tablonun önünde durmuş hiç ayrılmıyor. Birisi gitmiş yanına demiş ki, bu resmi çok beğendiniz herhalde. Evet demiş çok güzel bir resim. Satın mı alacaksınız? Yok demiş bu kadar param yok benim alamam. Niye bu resmin başından ayrılmıyorsun, diğer resimlere de bak. Bu resimde bir hata var demiş. Siz ressam mısınız? Yok ben ressam değilim. Nedir hata? Bu kadar büyük bir kuş bu kadar ince dala konmaz çünkü bu dal kırılır demiş, hayatın içinden gelen. Sonra ressam bakmış doğru. Kocaman kuş o ince dala konamaz, kırılır. Hayatın içinden gelen birisi hayatı görüyor ve tanıyor.

O açıdan iş dünyasının değerli insanları siz hayatın içindesiniz, zorlukları siz çekiyorsunuz ama siyaset sizin önünüzü açmak zorundadır. Size iyi bir ortam sağlamak zorundadır. Siz üreteceksiniz, istihdam yaratacaksınız. Siz ürettiğiniz ve istihdam yarattığınız ölçüde siyaset kurumu sizi el üstünde tutmak zorunda. Budur. Ama siyaset kurumu bugün ciddi engeller önümüze koyuyor. Ve siz yarını bile göremiyorsunuz. Bunu aşacağız. Dedim ya dört aşamalı bir stratejiyi hayata geçirmek zorundayız. Dört aşamalı bir strateji. Gidin istediğiniz kişilerle konuşun, üniversite hocalarıyla da konuşun, iş dünyasıyla da konuşun, yan yana geldiğinizde de konuşun. Söylediğim dört aşamalı bir strateji yanlıştır diyorsanız veya eksiktir diyorsanız ben onu gözden geçiririm. Ama doğrudur bu, bunun böyle olması gerekli diyorsanız o zaman ben sizden destek istiyorum. Türkiye’nin beklemeye tahammülü yok.

Bakın, bir örnek daha vereceğim. İnsanoğlu tekerleği 3 milyon yılda bulmuştur. 3 milyon yılın sonunda insanoğlu tekerleği buluyor. Bugün her saniyede daha fazla buluş var. Her saniyede birden fazla buluş var. Hayat o kadar hızlı akıyor. Boşuna geçirdiğimiz her gün Türkiye’ye bir maliyet olarak dönüyor. O açıdan benim sorumluluğum var, sizin de sorumluluğunuz var. Ben öyle 15 yıl, 30 yıl izin verin yok. 5 yılda bu ülkenin bütün sorunları çözülür. Emin olun çözülmeyecek hiçbir sorun yoktur, yeter ki aklınızı kullanın. Önyargılarınızdan yeter ki arının. Bütün insanları saygıdeğer kabul edin, bütün siyasi partileri ve siyasi görüşleri saygıdeğer kabul edin. Çözülmeyecek hiçbir sorun yoktur. İlk yapılacak iş devlette liyakati yeniden inşa etmektir. Liyakat olacak devlette. Diyeceksiniz ki liyakat nedir? Devlette liyakat, siyasette liyakat. Siyasette Başbakan olmanız için bir şeye ihtiyacınız var ilkokul diplomasına. Başka bir şeye ihtiyacınız yok. Seçilir gelirseniz Başbakan bile olursunuz hiçbir engel yok. Ama devlette en dipteki makam şef olmanız için 4 yıllık üniversiteyi bitirmeniz lazım. Yetiyor mu? Hayır. Sınavı kazanıp gelmeniz lazım. Yetiyor mu? Hayır. Belli bir süre çalışıp asaletinizin onaylanması lazım. Yetiyor mu? Hayır. Belli bir süreliğine çalışacaksınız, sonra şeflik sınavına gireceksiniz, ondan sonra şef olacaksınız. Liyakat budur devlette. Devlet ayrıdır, hükümet ayrıdır. Hükümet ben devletim dediği andan itibaren orada demokrasi iflas etmiştir. Yoktur artık demokrasi. Devleti en iyi kim bilir? Bürokrasi bilir, hafıza oradadır devletin hafızası oradadır. Siyasi partiler gelir giderler ama devletin hafızası devletin bürokrasisindedir. Onun için oraya en iyi insanları getireceksiniz, en yetişmiş insanları getireceksiniz. Yani o makamı dolduracak, layık olacak kişileri getireceksiniz. Bu bizim partili getirelim. Olmaz. Bu bizim amcaoğlu getirelim, bu bizim cemaatten getirelim, devleti bitirirsiniz. O açıdan devlette liyakat bütün bu sorunların hepsinin aşılmasının temel yoludur. Bunları yapmak zorundayız.

Biraz uzun konuştuğumun farkındayım. Ama hep şu söylenirdi ya CHP geleceğe yönelik bir umut vaat etmiyor diye, proje hazırlamıyor diye. Anadolu’ya giden veya Anadolu’dan buraya gelen çok sayıda iş dünyasının değerli insanları vardır. Anadolu’nun içi boşalıyor arkadaşlar. Yazık, günah. Oralar bizim toprağımız değil mi? Oralarda yaşayan insanımız yok mu? Neden oralar için bir proje yapılmaz, neden? İşsizlikse hepimizin ortak sorunudur işsizlik. Yoksulluksa hepimizin ortak sorunudur. Merkez Türkiye Projesini neden hayata geçirmek istedik, neden Merkez Türkiye Projesi Anadolu güçlensin diye özel bir proje hazırladık ve toplumun önüne koyduk? Anadolu bizim Anadolu’muz. Evet İstanbul’da bizim İstanbul’umuz. Ama bütün yatırımı İstanbul’a, bütün yatırımı İzmit’e yaparsanız Kayseri ne olacak, Kırşehir en olacak, Çankırı ne olacak, Yozgat ne olacak, Adana ne olacak? Osmaniye hadi teşvik aldı diyelim, Kahramanmaraş’ta hadi biraz tekstil var diyelim. Peki Hakkari ne olacak, Ardahan, Kars ne olacak? Hayvancılığı da bitirdik. Almanya’ya bakın en tipik örneğidir. Aşağı yukarı aynı toprak büyüklüğünüz var. Almanya’nın nüfusu Almanya’nın içinde dengeli dağılmıştır. Az gelişmiş ülkelerde metropoller vardır. Gelişmiş ülkelerde metropoller yoktur. Çünkü sanayiyi dağıtır, ticareti dağıtır, herkes bulunduğu yerde karnını doyurur ve herkes huzurludur. Biz bunu yapmıyoruz. Kent politikası da yanlış.

27,5 yıl kamuda çalıştım. 27,5 yılımı bu devlete verdim, bu devlet için çalıştım. Ama bugün yaşadıklarımız beni derinden üzüyor. Benim hiçbir sorunum yok. Çok şükür bir kızım çalışıyor, öbür kızım avukat, oğlum asker, o da askerden gelince o da inşallah bir yerlerde başlar çalışmaya, akademisyen. Güney Kore’de doktora yaptı. Biz de hanımla karı- koca beraber bir evde huzur içinde yaşıyoruz zaten. Aylığımızı da alıyoruz fena değil iyi, idare ediyoruz, milletvekili aylığı. O parayı da zaten siz veriyorsunuz bize. Hesabını sormadan veriyorsunuz vergi olarak biz de harcıyoruz. Benim şahsi bir derdim yok. Ama bu ülkenin bir vatandaşı olarak, bu ülkenin aydını olarak sorumluluk hissediyorum ben. Bu ülkenin geleceği konusunda siz ne kadar kaygılıysanız ben de aynı kaygıları taşıyorum. Dolayısıyla birlikte Türkiye’yi alıp çok ama çok daha iyi yerlere taşıyabiliriz. Türkiye’nin insan gücü potansiyeli olağanüstüdür, iklimi olağanüstüdür. Üç tarafı deniz. Üç tarafı deniz olan yerde deniz ulaşımı yok. Sanki denize asfalt yapacağız, trafik lambası koyacağız, trafik polisi de bekleyecek. Yok öyle bir şey. Verilen nimetleri bile doğru dürüst kullanamıyoruz, değerlendiremiyoruz.

Efendim hepinize yürekten teşekkür ediyorum beni dinlediğiniz için. Size şükran borçluyum, sağ olun, var olun. 

Gündem'den Öne Çıkan Haberler