14.05.2019

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU, TBMM CHP GRUP TOPLANTISINDA KONUŞTU (14 MAYIS 2019)

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU, TBMM CHP GRUP TOPLANTISINDA KONUŞTU
(14 MAYIS 2019)
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun TBMM CHP Grup Toplantısında yaptığı konuşma şöyle: Değerli arkadaşlarım, bizleri televizyonları başında izleyen saygıdeğer vatandaşlarım; Cumhuriyet Halk Partisi Grubundan bütün Türkiye’ye, bütün vatandaşlara, kadını erkeği, yaşlısı genci, herkese en içten selamlarımızı sevgilerimizi saygılarımızı gönderiyoruz. Ramazan ayındayız, güzel bir aydayız, mübarek bir aydayız. Manevi duyguların yoğunlaştığı bir aydayız, sevginin güzelliğin hoşgörünün öne çıktığı bir aydayız. Dolayısıyla ben bu vesileyle - geçen hafta sadece YSK kararı üzerinde odaklanmıştım - bu vesileyle ben bütün vatandaşlarımın huzur içinde bir Ramazan geçirmelerini ve bayramlarını da huzur içinde geçirmelerini, dostlarıyla kardeşleriyle bir arada olmalarını arzu eder ve dilerim. Bu vesileyle bütün vatandaşlarıma tekrar en içten selamlar sevgiler saygılar gönderiyorum. İnanç insanların öznesini oluşturur. İnsanlar inançlarıyla yaşarlar. Ramazan Bayramı’nda ve öncesi Ramazan’da hep birlikte sevgiyi kalplerimize nakşetmek isteriz. Güzelliklerden söz ederiz, varsa kırgınlıklar onları gidermeye çalışırız, başkalarının arası bozuksa onları bir araya getirmeye, bir arada onları konuşturmaya çalışırız. İnançlara saygı duymak, kimliklere saygı duymak, siyasal görüşe düşünceye saygı duymak hepimizin ortak görevi olmak zorundadır. Eğer insansak, akıl taşıyorsak, bunu yüreğimizde hissetmek zorundayız. Yüreğimiz ne diyorsa, dilimizden de dudaklarımızdan da aynı şeyler çıkmalı. Yani gönlümüzle dudaklarımız aynı şeyi ifade edebilmeli; bunu arzu ederiz, bunu dileriz.

İnsanların inançları dolayısıyla ötekileştirilmesi asla kabul edeceğimiz bir şey değildir. Her inanca saygılıyız, her kimliğe saygılıyız, her yaşam tarzına saygılıyız. Çünkü biz evrensel değerleri benimsiyoruz. Eğer insan varsa karşımızda, siyaset kurumunun görevi onun inancıyla oynamak değildir, onun inancıyla uğraşmak değildir. Onun çocuğu işsizse, geçinemiyorsa, siyaset kurumunun görevi onun çocuğuna iş bulmaktır, onun inancını siyasete malzeme etmek değildir.
Şunun için ifade ediyorum: Ramazan sofraları kuruluyor eyvallah, o sofralarda Kur’an tilaveti var eyvallah, dualar okunuyor eyvallah, ama sonra bir kişi kürsüye çıkıyor ağza alınmadık ne varsa her şeyi söylüyor. Bu olmaz, bu doğru değildir. İnanç sömürüsü bu kadar acımasız olmamalı, böyle bir şey olmamalı ve dolayısıyla sofraya gelen orucunu tutan vatandaş “ben buraya ibadete mi geldim, dostluğa mı geldim, güzelliğe mi geldim” diye düşünürken, kendisini âdeta bir cehennemin ortasında buluyor. Nasıl oluyor anlamak mümkün değil.
Biz özgürlükçü bir partiyiz, yasakçı bir parti değiliz. Bir daha söylüyorum, biz özgürlükçü bir partiyiz, yasakçı bir parti değiliz. Bir daha söylüyorum, biz özgürlükçü bir partiyiz, yasakçı bir parti değiliz. Her inanca saygımız var. Bakın bir daha söylüyorum, her inanca saygımız var. İnsanları inançları nedeniyle ayırmıyoruz. Sen şu inançtansın, bu inançtansın diye ayırmıyoruz.
Bugün Karar Gazetesinde Sayın Ahmet Taşgetiren’in güzel bir yazısı var. Bir paragrafı aynen okuyorum: “Bugün, yani bu Ramazan günü dünyada cezaevlerinde en çok Kur’an okunan, oruç tutulan, namaz kılınan ülke hangisidir diye bakarsanız, Türkiye’yi görürsünüz.” Bu kadar acımasızlık olur mu arkadaşlar? Nerede yaşıyoruz? Türkiye’de bu kadar zulüm olur mu? Benim gibi inanmıyorsan,  ya da benim çizgimde değilsen senin yerin hapishanedir, seni hapishanede tutacağım. Düne kadar bütün bu suçlamaları CHP’ye yapıyorlardı, ama bugün Allah büyüktür ya, ama bugün bütün gerçekler ortaya çıktı. Cumhuriyet Halk Partisi özgürlükçü bir parti, AK Parti yasakçı bir partidir, bu kimlik ortaya çıktı.
Biz her inanca saygıyı aynen göstereceğiz yediden yetmişe. Bu bizim görevimizdir, insanların inançlarına, insanların kimliklerine, insanların yaşam tarzlarına saygı göstermek bizim boynumuzun borcudur. Benim tek isteğim var, hiçbir inanç siyasete kurban edilmemelidir. Siyaset ayrıdır, inanç ayrıdır, Allah’la kul arasına kimse girmeyecekse, onun inancına saygı göstermek bizim, yani siyaset kurumunun temel görevlerinden birisidir. Biz bu görevimizi yapıyoruz. Hepimiz yapıyoruz, bütün partilerimiz yapıyor, hiç kimsenin inancının siyasete malzeme etmedik, bundan sonra da etmeyeceğiz. Biz inanç konusunda yasakçı değil, özgürlükçü bir partiyiz. Tek isteğim var, inançlar siyasete malzeme edilmesin. İnanç ayrıdır, insanın manevi dünyasının zenginliğidir inanç. O manevi dünyaya bizim saygı göstermemiz lazım.
Bugün aynı zamanda 14 Mayıs Eczacılar Günü. Bütün eczacıların Eczacılar Gününü yürekten kutluyorum. İstanbul’da 8 bin 800 eczacımız var ve hepsi İstanbul’da. Özgür Bey de dahil. Ve bizler 8 bin 800 eczacıdan görev bekliyoruz. 23 Haziran’da sandığa gideceksiniz, oy kullanacaksınız, iyi bir eğitim aldınız, insan hayatının ne kadar değerli olduğunu bilen sizlersiniz, hangi ilacın hangi hastalığa uygun düştüğünü yine bilen sizlersiniz, doktorlarla iş birliği içinde bunu yapıyorsunuz. Onların reçeteleri var ve sizler onu uyguluyorsunuz. Yeni bir reçeteye ihtiyacımız var, yeni bir güzelliğe ihtiyacımız var. Birileri milletin iradesiyle oynadı, Ekrem İmamoğlu’nun mazbatasını elinden aldı. Bu mağduriyeti gidereceklerin başında 8 bin 800 eczacı da gelmektedir. Onlar da bu mağduriyeti gidermek için ortak çalışma yapmak zorundadırlar, onlardan bunu bekliyoruz.
14 Mayıs 1950, Demokrat Partinin iktidarı gelişi. Rahmetli İnönü’ye soruyorlar, “Demokrat Parti kazandı, ne diyorsun? Yenildin” diyorlar. “Evet, bu yenilgim benim en büyük zaferimdir, çünkü bu ülkeye demokrasi geldi” diyor. Çok partili hayatın ikinci partisi olan, iktidar partisi olan Demokrat Partinin, elbette ki çok sayıda saygıdeğer insanı bugün aramızda değil. Onları rahmetle anmak hepimizin boynunun borcudur. İsmet İnönü’yü, Celal Bayar’ı, Adnan Menderes’i, Fatin Rüştü Zorlu’yu, Hasan Polatkan’ı, Turgut Özal’ı, Demirel’i, Bülent Ecevit’i anmak hepimizin boynunun borcudur. Onlar bu ülkeye büyük hizmetler yaptılar. O nedenle biz demokrasiyi her ortamda savunmak ve darbelere karşı çıkmak zorundayız. Demokrasi kadar güzel bir şey yok. İnsanların düşüncelerini birbirlerine aktardıkları, yanlışları büyük bir rahatlıkla dile getirdikleri bir düzendir demokrasi ve sürekli kendisini geliştiren bir kavramdır demokrasi. Dolayısıyla biz 14 Mayıs 1950’yi Türk demokrasi tarihinde önemli bir milat noktası olarak görüyoruz.
Ve yine bu hafta Soma’da yaşanan facianın beşinci yılı, beş yılı geride bıraktık. 301 madencimiz hayatını kaybetti. Adalet yerini buldu mu? Hayır. Hâlâ mağdur olan aileler var, hâlâ adaleti arayan aileler var, hâlâ adalet nerededir diye ağlayan aileler var, onların çocukları var. Ve bizler Soma faciasını asla unutmayacağız. Ama bir şeyi daha unutmayacağız, Soma faciasının üzerinden beş yıl geçti, beş yıl içinde ne oldu biliyor musunuz? 2014-2018 arasında 299 madencimiz daha hayatını kaybetti. Soma’yı niye unutmuyoruz? 301 madencimiz bir arada öldüğü için, ama yaşanan sürede bir o kadar madencimizin Anadolu’nun değişik yerlerinde hayatlarını kaybettiklerini biliyoruz. Bunlar ekmek parası için, rahat yaşamak için, çoluk çocuğuna ekmek götürmek için, bunlar mücadele ettiler çalıştılar, alın teri döktüler. Bunların döktükleri her alın terinin damlası, hepimizin yüreğinde bir insan olarak durmak ve onu biz yüceltmek zorundayız. O damlanın, dökülen alın terinin ne kadar değerli olduğunu bilmek zorundayız. Yerin metrelerce altında çaba harcıyorsunuz, emek harcıyorsunuz, kazanmak için, helal para kazanmak için harcıyorsunuz ve yeri geliyor hayatınızı veriyorsunuz. Onlara sahip çıkmak hepimizin boynunun borcudur.
Değerli arkadaşlarım, geçen hafta bir şey daha oldu. Yavuz Selim Demirağ... Değerli arkadaşlarım, Yeniçağ Gazetesinin saygıdeğer yazarlarından biri. Bir televizyon programına katılır, televizyon programından çıktıktan sonra gelir evine, tam kapıyı açacakken yedi kişinin saldırısına uğrar. Öldüresiye dövülür. İki elini başına siper eder, daha fazla darbe almasın diye. Kendisini hastanede ziyaret ettim. Neden, hangi gerekçeyle yapıldı bunlar, niçin yapıldı? Failleri bulundu, ama serbest bırakıldı. Niçin? Ölmesi mi gerekiyordu onların tutuklanması için. Bir gazetecinin ölmesi mi gerekiyordu? Kim azmettirdi onları? Sahte plakayla niçin geziyor onlar ve ne istiyorlar bir gazeteciden? Korkarım ki üstü örtülecek, korkarım ki failler yine ellerini kollarını sallayarak gezecekler. Ama hiç kimse unutmasın, bu ülkenin sağduyulu yürekli insanları var. Bu ülkede hakka hukuka ve adalete inanan insanlar var.
Kendisini hastanede ziyaret ettim arkadaşlarımla birlikte değerli arkadaşlarım, olayı bütün ayrıntılarıyla anlattı. Normalde iktidar kanadının derhal harekete geçmesi lazımdı, gereğini yapması lazımdı. Polis görevini yaptı, failleri buldu, getirdi savcıya teslim etti, savcı birer ifade aldı ve serbest bıraktı. Bu savcıya sormak gerekiyor, senin başına böyle bir şey gelseydi ne olurdu? Sen sopalarla dövülseydin ne olurdu? Senin çocukların sopalarla dövülseydi ne olurdu? Eşin sopalarla dövülseydi ne olurdu? Sopayla insanları linç etmeye kalkmak, ne zamandan beri ifade alıp da serbest bırakmak oluyor? Acaba vicdanın sızlıyor mu savcının, acaba bir yerlerden talimat mı aldı bu savcı bunları derhal serbest bıraktı? Bunu araştıracağız. Grup başkan vekili arkadaşlarımın görevi, bunu araştıracaklar. Gerekirse bu konuda bir araştırma önergesi vereceğim. Gazetecilere yönelik linç kampanyasını bizim görmezlikten gelme hakkımız yoktur. Kim olursa olsun, hangi görüşten olursa olsun, her gazetecinin gazetecilik görevi yaptığı sürece başımızın üstünde yeri vardır. İlla A partisine, B partisine sempati duyması şart değil, gazetecilik görevini yapıyorsa bizim açımızdan o gazetecinin korunması lazım; kaleminin korunması lazım, onurunun korunması lazım, biz bunu yapmak zorundayız.
Bu arada Abdülkadir Nişancı, Anadolu Ajansının bir muhabiri, uzun süredir aranıyor, inşallah kısa süre içinde kendisine ulaşılır ve ailesine kavuşur. En büyük dileğimiz odur. Şu ana kadar herhangi bir bilgi gelmedi, aramalar devam ediyor, ama bir gazetecinin bu kadar uzun süre aranmasına karşın bulunmaması da bir başka ayıp olarak, 21.Yüzyılda bir başka ayıp olarak önümüzde duruyor.
Değerli arkadaşlarım, Dünya Çiftçiler Günü bugün aynı zamanda. Dünya Çiftçiler Günü Türkiye’deki çiftçilerden söz edeyim, çiftçi kardeşlerimiz bizi dinliyorsa. 17 yılda, yani AK Parti iktidarının bulunduğu süre içinde 33 milyon 790 bin hektar alan çiftçiler tarafından ekilmiyor. İki Trakya büyüklüğünde alan ekilmiyor. Niçin? Ektikleri zaman karşılığını alamıyorlar. Eken olmayınca, son 16 yılda 661 bin 522 çiftçi işini bıraktı, çiftçilikle uğraşmıyor. Dışarıdan ithal ediyoruz, mısırdan tutun fasulyeye kadar, canlı hayvandan tutun ete kadar her şey dışarıdan ithal ediliyor. 2002 yılından bu yana çiftçilerin borçları olağanüstü arttı, milyarlarca lira bankalara borçları var. Daha önce faiz oranları çok düşükken, bugün faiz oranları çok yüksek ve çiftçi gerçekten de inim inim inliyor. Çiftçi perişan vaziyette, geçinemiyorum diyor. Elektrik fiyatları, gübre fiyatları, ilaç fiyatları, su fiyatları çiftçinin ürünü ekmesine imkân vermiyor.
 Yine aynı şekilde milli gelirin yüzde 1’inin çiftçiye verilmesi gerekirken, Tarım Kanununun 21.maddesi, milli gelirin yüzde 1 oranında çiftçiye destek verilmesi gerekirken, bu şu ana kadar, kanun 2006’da çıktı, şimdi 2019’dayız, 2018’e kadar olan rakamlara baktığınızda, yüzde 1 hiçbir dönemde ve hiçbir yılda verilmedi. İnşallah 2019’da verilir, bunu da bekliyoruz. Verebilirler mi? Hayır, ama dileğimiz çiftçinin hakkı olan ve parlamentonun iradesi olan milli gelirin yüzde 1’i oranındaki payın çiftçiye verilmesidir. Bir söz vermişlerdi, “traktör kullanın, mazotun yarısı sizden yarısı bizden” traktörünü kullanan çiftçi bakalım bakalım, mazotun yarısı onlardan yarısı bunlardan mıdır? O da önümüzde duruyor.
Efendim Engelliler Haftası aynı zamanda. Adem Kuyumcu, Engelsiz Hayat Dayanışma Derneği Başkanı diyor ki, “Türkiye’de kanunlar yazılıyor, hükümeti yönetenler sözler veriyorlar, ancak onlarca yıl geçmesine rağmen uygulamıyorlar.” Örnekler veriyor, o örnekler uzun, ama ben kısaca bir-iki noktaya değinip sözlerimi bitireyim burada. “Otizm eylem planının üç yıllık uygulama süresi doluyor, ancak hâlâ bir arpa boyu yol almadık” diyor.Akranlarına, yani arkadaşlarına, yani engelsiz olanlara haftada 30 saat eğitim verilirken, engelli çocuklara haftada 2 saat eğitim veriliyor. Hastanelerde engelli sağlık kurulu raporu alma konusunda onlarca yıldır verilen sözler bugüne kadar tutulmadı” diyor. “Engellilerin iş hayatına katılımında boş engelli kadroları bugüne kadar doldurulmadı “diyor. “Bu maddeleri onlarca yıldır söylüyoruz, bize hep söz veriliyor, yeminler ediliyor, ancak uygulama maalesef yok” diyor.
Sevgili engelli kardeşim, değerli başkan; onlarca yıldır size verilen sözler yerine gelmiyorsa, bunun kabahati büyük ölçüde engelli kardeşlerimizde. Hâlâ gidiyorlar AK Partiden medet umuyorlar, bize bilmem imkân sağlayacak diye, kadro verecek diye. Vermez efendim, vermez! Sarayın mahdumları varken size mi kadro verecek, hâlâ uyanmadınız mı? Bütün engellilerin birleşmesi lazım, bir arada olmaları lazım; biz sizin hakkınızı savunuyoruz, siz karşı cepheye geçiyorsunuz. Diyorsunuz ki, hayır biz burada duracağız, sonra da ağlıyorsunuz hep beraber. Ağlamayacaksınız, hakkınızı sonuna kadar arayacaksınız. Nasıl arayacaksınız? Sizin hakkınızı kim savunuyorsa onlarla beraber hareket edeceksiniz.
Değerli arkadaşlarım, geçen pazar Anneler Günüydü. Anneler hepimiz kutsalı, hepimizin baş tacı ettiği anneler. Bizi doğuran annelerimiz, hastalandığımızda bizim gibi hastalanan annelerimiz, güldüğümüzde bizimle birlikte gülen annelerimiz, sırdaşımız olan annelerimiz, derdimizi sırrımızı annelerimizle paylaşırız. Oğlunu askere gönderirken eline kına yakan annelerimiz, yemeyip yediren giymeyip giydiren annelerimiz, evlatları okusun diye elleri ekmek tutsun diye her fedakârlığı yapan annelerimiz. Her kimlikten anne böyledir, her inançtan anne böyledir, her siyasal görüşten anne böyledir, anneler kutsalımızdır ve baş tacımızdır. Bütün annelerin yaşı ne olursa olsun, hepimizin saygı duyması gerekir ve ben o annelerin tümünün ellerinden öpüyorum.
Anneler Günü, gideriz annemiz hayattaysa elini öperiz, bir buket çiçek alırız, bazen durumumuz iyiyse bir hediye alırız, annemizin Anneler Gününü kutlarız. Hayatta değilse dualar ederiz, rahmetler okuruz. Televizyonlarda Anneler Günüyle ilgili programlar yapılır, güzel programlar yapılır, çocukla annenin buluşması kadar güzel bir şey olabilir mi? Bütün bunların tamamını televizyonlarda izlerken de görürüz. Anneler Gününde hepimiz annemizin mutlu olmasını isteriz, evlatlarıyla buluşan anneler dünyanın en güzel anneleridir ve en güzel evlatlar, en güzel anneleriyle birlikte yaşayan kişilerdir. Bir ailedir çünkü anne ailenin temel direğidir. Her türlü sefayı ve cefayı çeken annedir. Anne evlatlarının üzerine titrer, dediğim gibi anne hastaysa çocuk hastadır, çocuk hastaysa anne hastadır.
Peki, evlatlarını arayan anneler, yani Cumartesi Anneleri, bunlara değinmeyecek miyiz Anneler Gününde. Tam 24 yıldır Cumartesi Anneleri evlatlarını arıyor. İlk kez 27 Mayıs 1995’te “çocuklarımızı istiyoruz” dediler. Ne oldu bunların çocuklarına? Gözaltına alındı çocuklar, sonra bir daha çocuklarından haber alamadılar. Bu anneler ne istiyorlar, bu annelerin her siyasal görüşten anneler olduğunu da ifade edeyim Cumartesi Annelerinin, her siyasal görüşten, bu annelerin tek isteği var, oğlumuzun kemiklerini verin, oğlumuz nerede yatıyor, mezarı nerede onu bize gösterin, bari gidip başında bir Fatiha okuyalım, bunu istiyorlar.
Galatasaray’da oturdular, Cumartesi Anneleri denilmesinin nedeni o, her cumartesi geldiler oraya. Önlerinde sadece ve sadece evlatlarının fotoğrafları vardı ve diyorlar ki, çocuklarımızın yerini bize bildirin. Vazgeçtik hayatta mı değil mi diye, ama gidip bir dua okumak istiyoruz, bir Fatiha okumak istiyoruz diyorlar. Buna bile tahammül edilemedi, biber gazıyla suyla copla bu anneler dağıtıldı. Ne günahı var bu annelerin? Bu anneler çocuklarını istemeyip de ne isteyecekler? Siyaset kurumunun, yani devleti yönetenlerin, yani devlette söz sahibi olanların bu annelerin talebini yerine getirmesi gerekmiyor mu? Bu annelerin taleplerini yerine getirmeyen insanlarda vicdan var mıdır, ahlak var mıdır? Nasıl oluyor da siz bu anneleri copluyorsunuz? Orada oturup hak arayan, çocuğumun mezarını istiyorum diyen anneye, hayır sen burada bu hakkı elde edemezsin, burada oturamazsın diyorlar. Burada oturma diyorlar ve dağıtıyorlar, copluyorlar. Nereye? Gideceksin başka yere. Bu anneler bizim annelerimiz değil mi? Bu anneler çocuk sahibi değil mi? Bu anneler çocuklarını istemiyor mu? Bu anneler çocuklarının mezarının başında oturup ağlamak, dua etmek istemiyor mu? Hangi vicdan, hangi ahlak ve hangi inanç bu annelerin üzerine sopayla gider, mücadele eder ve sopayla o anneleri döver ve dağıtır? Nerede vardır bu? Anne bu anne! Eline silah almadı, bir başka çocuğu dövmedi, bir başka çocuğa hakaret etmedi. Tek istediği benim çocuğum nerede, benim evladım nerede? Niçin istiyor? Gözaltına alanlar belli, gözaltında kaybedenler de belli. Peki, bu anne hakkını aramayıp ne yaptı? Bir anne evladının mezarı nerededir diye sormayıp ne yapacak? Bir anne evladının mezarının başına gidip de, ağlamayıp da ne yapacak? Galatasaray Meydanına gidiyor, toplanıyorlar orada. Faili meçhulleri aydınlatın diyorlar. Annenin kimliği olur mu, annenin inancı olur mu, annenin yaşam tarzı, annenin dünyaya bakışı, annenin siyasi görüşü olur mu? Bu anne kardeşim anne, anne bu! Evlat bir anne için en değerli şeydir. Nasıl oluyor da bu annelere her türlü baskıyı kuruyorsunuz? Nasıl oluyor da bu anneleri dövmek için eliniz copla havaya kalkıyor? Ve bizim oturup düşünmemiz gerekiyor. Tam 737 haftadır bu anneler evlatlarını arıyorlar.
Gittiler, dönemin başbakanlığını yapan Erdoğan’la da görüştüler. Failleri bulacağız diye sözler de verildi, ama sözlerinin gereği yerine getirilmedi. Polis copuyla bu anneler dağıtıldı. İnsanda biraz vicdan olur, insanda biraz ahlak olur. Bunlar zaten yaşlı kadınlar. Berfo Ana, bütün hayatı oğlunu aramakla geçti, oğlunu bulamadı ve öldü. Berfo Ananın vebali kimin boynuna? Cumartesi Annelerinin vebali kimin boynundadır? Bakın ben bütün annelere sesleniyorum, hangi partiden olursa, hangi kimlikten hangi inançtan olursa olsun bütün annelere sesleniyorum, çocuk sahibi evlat sahibi bütün annelere sesleniyorum. Bunu yapan iktidar sahiplerinde vicdan var mı, ahlak var mı, inanç var mı, kimlik var mı? Yazık günah değil mi o ailelere? Oturmalarına bile izin verilmiyor, zaten konuşmuyorlar, oturmalarına bile izin verilmiyor, oturmayacaksın deniyor. Hani sen demokrattın, hani demokrasi vardı bu ülkede, hani faili meçhullere karşı mücadele edecektik, hani darbelere karşıydın? Geldiğimiz nokta yürekler acısı bir noktadır değerli arkadaşlar, yürekler acısı bir noktadır. Çocukları hapishanede olan anneler, çocukları ölmesin diye hapishane kapısında bekleyen anneler. Bunları da copluyorlar, onları da aşağılıyorlar. Bir anneyi, çocuğun kabahati olabilir, çocuğun kusuru olabilir, ama hiç kimse unutmasın o çocuğun bir annesi var ve onun için en değerli varlık çocuk. Hadi çocuğa kızdın hapse attın, annenin çocuğunun ölmemesi için kapıda beklemesi kadar doğal ne olabilir? Ne olabilir Allah aşkına? Hangi anne göz göre göre çocuğunun ölmesini ister?
Elimizi vicdanımıza koymak zorundayız. Özellikle AK Partili kardeşlerime seslenmek istiyorum, AK Partiye oy veren kardeşlerime seslenmek istiyorum. Yazıktır günahtır, bir anneye el kalkmaz, bir anneye cop kalkmaz, bir anne tekmelenmez, bir anne dövülmez, bir anneye yapılacaksa yapılacak tek şey vardır, o anneye saygı duymak.
Sorsanız, efendim “cennet annelerin ayakları altındadır” diyecekler. Peki, cennetin ayakları altında olduğu bir anneye siz nasıl cop kaldırıyorsunuz, nasıl dövüyorsunuz, nasıl aşağılıyorsunuz, nasıl sürüklüyorsunuz? İktidar sahipleri bunu düşünüyor mu acaba? İktidar sahipleri bu doğrudur, bunları dağıtın diye talimat veriyor? Ben polislere bir şey demiyorum, polislere talimat verene söylüyorum. Sözde inançlı kişilermiş gibi geçiniyorlar. Hangi inançtan söz ediyorsunuz? Hangi inanç vardır ki dünyada anneye el kaldırmayı doğru kabul ediyor, hangi inanç var? Hiçbir inançta yok.
Değerli arkadaşlarım, büyük şair Ahmet Erhan’ın anneler için yazdığı bir şiir var, oradan bir dörtlüğü okumak isterim. Şöyle diyor: “Anne ben geldim, bağdaki balık bardaktaki su kadar umarsızım. Dizlerin duruyor mu başımı koyacak? Anne ben geldim, oğlun hayırsızın.” Evet, evlat budur, evlat budur!
Anneler için evlat önemlidir, değerlidir. Anne yemez, ama evladına yedirir, anne giyinmez, ama oğlunun çocuğunun kızının giymesini ister. Onun kendisinden daha iyi bir hayat standardı yakalamasını ister. Anneler budur. Anneler çocuklarının işsiz kalmasını istemezler, onların iş güç sahibi olmasını isterler, elleri ekmek tutsun isterler. Çocuklarını evlendirip, torun sahibi olmayı isterler, anneler budur. Ve bu anneleri, eli öpülesi anneleri baş tacı yapmak, bu toplumun geleneklerinde var, bu toplumun dokusunda var ve biz bunu yapmak ve bunu yüceltmek zorundayız bu deyimi.
Bugün işsizlik nedeniyle kendisini yakanlar var, intihar edenler var işsizlik nedeniyle, eve kapanıp dışarıya çıkamayan var, fabrikaları battı diye işsiz kalan var. İşsizlik bir sosyal yara olarak karşımızda duruyor. Oğlun babaya, babanın da oğla bakacak yüzü kalmadı, ayrı ayrı odalarda, çünkü ikisi de işsiz. Bu tablodan AK Partili kardeşlerimin haberi var mı acaba? Bu tablodan iktidar sahibi olanların haberi var mı acaba? İşsiz bir annenin, işsiz bir babanın, işsiz bir evladın bir evde nasıl yaşadığından iktidar sahiplerinin haberi var mı acaba?
Anayasa diyor ki, “çalışma hakkı ve ödevi…” Çalışma hakkı! Ne diyor? “Devlet çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortamı yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alırlar.” Hangi tedbiri aldılar? Okuduğum Anayasanın 49.maddesi. Hangi tedbiri alırlar? İşsizlik ha bire tırmanıyor, ha bire tırmanıyor, her gün işsizler ordusuna yeni bir işsiz katılıyor. Her evde huzursuzluk var, her evde bir değil birden fazla işsiz var, iktidar sahipleri hariç, onlar hariç; onların kendileri, çocukları ve yandaşlarının bir eli yağda, bir eli balda.
Değerli arkadaşlarım, eğer çalışmak Anayasaya göre bir haksa ve bu hak bana sağlanmıyorsa, ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak isyan etmeyecek miyim? Benim bu hakkımı bana niye teslim etmiyorsunuz demeyecek miyim? Ben bunu söylediğim zaman terörist mi olacağım? Sen bana iş bulmak zorundasın, istihdam yaratmak zorundasın, ekonomi politikanı buna göre uygulamak zorundasın. Sadece kendin ve yandaşların için değil, 81 milyonun sesine kulak vermek zorundasın. Ama bunlar yapılmıyor. Acaba iktidar sahiplerinin çocukları işsiz mi? Hiçbirisi işsiz değil, hepsinin bir eli yağda bir eli balda, ama milyonlarca ailenin çocukları işsiz. Hepsi bekliyorlar, iş bekliyorlar ne olacak diye.
İşsizlik nedeniyle intiharın eşiğine gelenler var. İşsizlik nedeniyle intiharın eşiğine gelen bir kişinin ruh halini acaba iktidar sahipleri biliyorlar mı? Çocuğuna pantolon alamadı diye kendisini asan babanın acısını acaba iktidar sahipleri yüreklerinde duydular mı? Okula giden çocuğuna harçlık veremeyen bir babanın dramını acaba iktidar sahipleri biliyorlar mı? Akşam çocuğu yatağa aç giren bir annenin dramını iktidar sahipleri acaba biliyorlar mı? Sarayda oturanlar acaba biliyorlar mı? Açlığın, sefaletin ve yoksulluğun ne olduğunu acaba biliyorlar mı? Bir annenin akşam çocuğunun karnını doyurmadı diye, o annenin o akşam çektiği dramı acıyı acaba iktidar sahipleri biliyorlar mı?  
19 Haziran 2018, Erdoğan diyor ki “siz bu kardeşinize yetkiyi verin, ondan sonra bu faizle, enflasyonla, dolarla, dövizle, işsizlikle, şununla bununla nasıl mücadele edilecekmiş göreceksiniz.” Yetki verildi mi? Verildi. Nasıl mücadele ettiler? Halkına yalan söyleyen kişiden cumhurbaşkanı olmaz. Bir daha söylüyorum, halkına yalan söyleyenden cumhurbaşkanı olmaz.
Bakınız, daha üzerinden bir yıl geçmedi bunun, devletin hazinesini damada teslim ettiklerini gördük. Hani işsizliği önleyeceklerdi, hani rahat bir hayat sürecekti vatandaşlar? Geldiler ilk yaptıkları iş, devletin hazinesini damada teslim ettiler. Faizlerin bu arada yükseldiğini gördük, almış başını gidiyor faizler. Mutfaklarda yangın gördük, geçinemiyor insanlar. Fakir fukaranın temel gıda maddesi olan kuru soğan, kuru soğan Allah aşkına, kuru soğan patates biberin fiyatlarının uçtuğunu gördük. On binlerce çocuğun yatağa aç girdiğini gördük. Türk lirasının dolar karşısında kar gibi eridiğini gördük. 19 Haziran 2018’den, yani o lafı ettiği tarihten bu güne 1 milyona yakın kişinin işinden atıldığını gördük. Binlerce esnafın kepenk kapattığını gördük. Merkez Bankası rezervlerinin kar gibi eridiğini gördük. Borcunu ödeyemediği için intihar eden sanayici, kendisini yakan çiftçiler gördük. Karşılıksız çek sayısının patladığını gördük. Fidan gibi yetişmiş çocuklarımızın geleceklerini Türkiye’de değil, yabancı ülkelerde aradığını gördük. 50 milyon dolar için Sakarya’daki Tank Palet Fabrikasının Katar Ordusuna pazarlandığını satıldığını gördük. Millet bir kilo kuru soğan, bir kilo patates için tanzim satış çadırlarının önünde sıra beklerken, saray sosyetesinin efulilerle ejder meyvesiyle beslendiğini gördük. Sarayın kibir abidesiyle sosyete damadın memleketi yönetemediğini, Türkiye hazinesini Londra’daki bir avuç tefeciye teslim ettiğini gördük.
Peki, bunların sorumlusu kim? Kim bunların sorumlusu? Çok şükür ki, Allah söyletiyor. Erdoğan 28 Mart 2019 daha yeni, “Türkiye ekonomisinin sorumlusu benim” dedi, bütün bunların sorumlusu benim diyor. Evet, efulilerle beslenirsin, fakir fukara patates almak için kuyruğa girer, soğan almak için kuyruğa girer. Ona da “varlık kuyruğu” dersiniz, o fakirlerle dalga geçersin. Onları aşağılıyorsun bir anlamda. Bunun hesabını sormayacak mıyız artık? Demeyecek miyiz artık yeter? Nerede söyleyeceğiz? İstanbul’da söyleyeceğiz. Ne zaman söyleyeceğiz? Haziran ayında söyleyeceğiz.
Ve biz hatırlatmak zorundayız, on binlerce çocuğun yatağa aç girdiği bir ortamda bunların vebali senin boynundadır. Milyonlarca işsizin vebali senin boynundadır. Londra’daki tefecilere 165 milyar dolar faiz ödedin, onun vebali senin boynundadır. 165 milyar dolar faiz ödüyor, 50 milyar dolar para bulamadım, Tank Palet Fabrikasını Katarlılara satıyorum diyor. Akla bakın, mantığa bakın! Devletin silah fabrikasını peşkeş çekiyorsun!
Türkiye yönetilmiyor, Türkiye savruluyor arkadaşlar, Türkiye yönetilmiyor. Dolayısıyla bizler hep birlikte, ama hep birlikte oturup yeniden düşünmek zorundayız. Hangi partiden olursa olsun, hangi görüşten olursa olsun, hangi kimlikten olursa olsun, hangi bölgede yaşıyorsa yaşasın, oturup yeniden güzel ülkemizi düşünmek zorundayız. Beraber düşünmek zorundayız, birlikte düşünmek zorundayız.
Adalet... Bu söylediklerimin hiçbirisinde adalet yok. Adı AK Parti ama Adalet ve Kalkınma Partisi, ama ne adaleti kaldı ne kalkınması kaldı, sadece kendilerini ak diyorlar, ama kara bir parti oldu. Seçmenlerine söylemiyorum, onların benim başımın üstünde yeri var, ben yöneticilerine söylüyorum.
AK Parti dediler, milleti kandırdılar, ceplerini doldurdular milyonlarca fakir var, yüz binlerce fakir var, geçinemeyen var, milyonlarca çocuk yatağa aç giriyor.
Adalet dediler, hangi adaletten söz ediyorlar? Barış akademisyenlerinden Prof. Dr. Füsun Üstel hapse giriyor, 1 yıl 3 ay hapis cezası aldı, hapse giriyor. Neden? Barış istedi diye. Hani bizim ülkede demokrasi vardı? Barış istemek ne zamandan beri suç oldu? Mahkeme kararıyla hapse gireceksin diyorlar. Türk Tabipler Birliği biliyorsunuz savaşa karşı çıktı, savaşı istemiyoruz dedi, Türk Tabipler Birliğinin yöneticilerine 10’ar ay hapis cezası verdi, ikişer kez 10’ar ay hapis cezası verildi. Savaşın bir insanlık dramı olduğunu bilmiyorlar mı bu beyler? Tabii çocuklarını askere göndermediler, savaşa hiç bunların çocukları gitmedi, fakir fukara garip gurebanın çocuğunun eline verdiler silahı, oraya git buraya git dediler, beyler saraylarda oturdular, biz şehit cenazelerine gidince de vay efendim nasıl gidersin buraya? Ben giderim, şehit cenazelerine giderim, şehitlerin bizim başımızın üstünde yeri vardır.
Gazi Mustafa Kemal’in söylediği güzel bir sözü vardır, “zorunlu olmadıkça savaş bir cinayettir” diyor. Bunu söyleyen kişinin bütün hayatı savaş meydanlarında geçmiş. Savaşın ne kadar acımasız olduğunu biliyor. Elli sefer söyledik kardeşim, senin Ortadoğu’da ne işin var dedik, ne işin var gidiyorsun oraya, hangi gerekçeyle gidiyorsun oraya? Gelen her şehidin vebali senin boynunadır, onun sorumlusu sensin.
Adalet, hangi adaletten söz ediyorlar, memlekette adalet mi kaldı? Eren Erdem niye hapiste, hangi gerekçeyle hapiste? Osman Kavala hangi gerekçeyle hapiste, niçin hapiste? Beylerin hoşuna gitmedi diye, beyler istemedi diye. Dolayısıyla biz hekimlerimizin de, akademisyenlerimizin de, işçilerimizin de, köylülerimizin de, sanayicimizin de yanında olacağız. Bu ülke için taş taş üstüne koyan herkesin benim başımın üstünde yeri vardır diyeceğiz.
Adaletten söz ettim, bir insanlık dramı, Prof. Dr. Haluk Savaş, kanun hükmünde kararnameyle ihraç ediliyor barışı savundu diye. Mahkemeye başvuruyor, mahkemeden diyorlar ki hayır, sen davayı kazandın, kanun hükmünde kararname bunu söylüyor, ama davayı kazandın ve seninle ilgili bütün yasakları kaldırıyorum diyor mahkeme. O da gidiyor emniyete diyor ki, bana pasaport verin, ben kanserim, yurtdışında tedavi olmak gerekiyor, pasaport istiyorum diyor. Açıyorlar bilgisayarı polisler, diyorlar ki sen yasaklısın sana pasaport veremeyiz. Ama mahkeme kararı var diyor, ben beraat ettim diyor, benim pasaportumun bana verilmesi lazım, hayır vermeyiz diyorlar. Şöyle diyor değerli arkadaşlarım, diyor ki kanser raporlarınızla, yani kanser olduğunuz raporlarla birlikte CİMER’e yazacaksınız diyor. Benim ortalama beklenen ömrüm 39 ay, kanser dolayısıyla doktorlar 39 ay yaşayabilirsin demişler. Bunun 30 ayı geçti diyor, geri kalan 9 ayı devletin çeşitli birimleriyle yazışarak geçireceğim diyor. Oysa Japonya, Kore, Küba, Amerika’da bu kanser türünün tedavi edilmesi mümkün diyor, bununla ilgili önemli gelişmeler var diyor. Şimdi bu tedavilere bir an önce başlamam gerekirken, diyorlar ki sen öleceksin. Ölmemen için CİMER’e başvuracaksın, sağ kalırsan bu arada, eğer cevap gelirse biz seni yurtdışına o zaman pasaport verip göndereceğiz. Ve şöyle söylüyor, sağ kalırsam önce CİMER’e, başaralı olamazsam, yani CİMER reddederse idari mahkemeye, başarılı olamazsam bölge idare mahkemesine, başarılı olamazsam Danıştay’a, başarılı olamazsam Anayasa Mahkemesine, o da reddederse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuracağım ve hakkımı arayacağım. Ne kadar süre içinde? 9 ay içinde. Sivil ölüme terk etmek bir insanı, işte böyledir. Hani bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum, hani alinin ölümü alemin ölümü gibiydi, hani neredeydi bilgiye bilime önem vermek, hani neredeydi ilim Çin’de bile olsa gidin öğrenin demek? Neden bir bilim insanını ölüme terk ediyorsunuz. Mahkemeye başvurmuş pasaportunu alacak, tedavi olacak bu insan. Hayır diyorlar, Türkiye’de kalacaksın ve öleceksin diyorlar. Dolayısıyla adalet dediğimiz kavramın unutulduğunu hep birlikte görüyoruz.
Değerli arkadaşlarım, adaleti yok eden yargının kendisidir. Adaletin dibine dinamit koyan da yargının kendisidir. Eğer yargıç adaletli davranmazsa, hukukun üstünlüğüne inanmazsa, vicdanına göre karar vermezse, adaleti katlediyor demektir. Ona biz yargıç demiyoruz, ona sarayın adamları diyoruz, bir noktadan talimat alır, o talimatın gereğini yerine getirir, o talimata uyar. O nedenle onlar cübbe bile giyseler, cübbelerinin önü iliklidir, cübbe bile giyseler sarayın önünde iki kat olurlar, el etek öperler. İktidar acaba bana ne verecek diye beklenti içine girerler, bir talimatınız var mı karardan önce diye sorarlar. Varsa bir talimatınız, önce talimatınızı alayım, ondan sonra karar vereyim derler. Bunlara hâkim denmez, bunlar hâkim değildir, bunlar adalet dağıtmazlar. Bunlar kul hakkı yiyenlerdir, bunlar kul hakkı yiyip beslenenlerdir. Kapıkulu dediğimiz bir kavram vardır, kapıkulu sınıfıdır bunlar işte, gidip birilerinden beslenirler ve onların arzularına göre karar verirler.
Şuraya gelmek istiyorum buradan, Yüksek Seçim Kurulu hâkimlerden oluşuyor, yüksek hâkimlerden oluşuyor, Yargıtay’dan ve Danıştay’dan oluşuyor. Bakın şimdi, üç ayrı olayı anlatacağım, üç ayrı olay. Birinci olay neydi? İtiraz ettiler, ne dediler? Efendim bu seçimlerle hile yapılmıştır. Bakıldı, hile yapıldı mı yapılmadı mı diye. Geçersiz oyları sayacağız dediler, tamam sayın. Sayıldı mı? Sayıldı. Bir şey çıktı mı? Hayır. 6 ilçede bütün oyları sayacağız dediler, olur sayın. Sayıldı, bir şey çıktı mı? Çıkmadı. 22 ilçede sondajlama yöntemi yapacağız dedi Yüksek Seçim Kurulu. Bakın, hiç bugüne kadar başvurulmayan bir yönteme başvurdu, 22 ilçeden 57 sandık belirleyeceğim, sondajlama yapacağım dedi. Yaptı, değişti mi tablo? Değişmedi. Efendim 41 bin 132 kısıtlı seçmen oy kullanmış dediler. Bakalım denildi, buyurun bakın. 41 bin 132 değil 766 kısıtlı seçmen çıktı. Sonuç... Sonuç yine değişmedi.
Sonra Yüksek Seçim Kurulunun bazı hâkimleri AK Partililere telefon ettiler. Böyle yapmayıp, şöyle bir dilekçe verin. Şöyle bir dilekçe verirseniz ve zamanında verirseniz, biz bu seçimi iptal ettirebiliriz. Bunu söyleyen Yüksek Seçim Kurulundaki çete reisi, yedi kişiden birisi, çete reisi. Oturdular bunun üzerine karar verdiler. Ne kararı verdiler? Dediler ki, efendim sandıkların oluşumunda hile var dediler, sandıkların oluşumu doğru değil. Sandıkların oluşumunu kim sağladı? Hiçbir parti değil, siz sağladınız, siz karar verdiniz, siz onayladınız. Seçmenin ne günahı var? Seçmen gitti oyunu kullandı, sen de o oyları saydın, durum değişmedi, herhangi bir şey yok. Ama şimdi yok diyorsun, ben bunu iptal edeceğim diyorsun.
Soruyorum bu yedi kişiye, çete mensubu yedi kişiye soruyorum, sizde ahlak, sizde onur, sizde haysiyet varsa siz istifa edecek misiniz? Eğer bunlar varsa istifa edeceksiniz, bunlar yoksa koltuğunuzda oturacaksınız.
Bir başka olay, aynı sandıkta, sandık burada duruyor aynı sandık, seçmen aynı seçmen, sandık kurulu aynı sandık kurulu, oy pusulaları da aynı oy pusulaları. Vatandaş geldi oyunu kullandı, dört pusulayı bir zarfa koydu ve attı. Yüksek Seçim Kurulu diyor ki, efendim diyor bu dört pusuladan sadece büyükşehir belediye başkanının seçiminde yanlışlık var veya kumpas var veya şu var bu var. Diğerleri... Diğerlerinden bir şey yok diyor. Akıl sahibi birisi bunu düşünebilir mi? Ancak aklını kiraya verenler bunu düşünürler, haysiyetini kiraya verenler bunu düşünürler, onurunu kiraya verenler bunu düşünürler, haysiyetsiz insanlar bunu düşünürler. Niye bunu düşünüyorsun kardeşim? O zaman biz de dilekçe verdik dedik ki, tamamını iptal edin, 39 ilçede yeniden seçime gidelim, hodri meydan dedik. Karar verdiler, olmaz dediler. Sadece büyükşehri iptal ediyoruz dediler, diğerlerini etmeyiz dediler. Bir daha söylüyorum o yedili çeteye, sizde haysiyet onur varsa görevinizi bırakırsınız. Ben size acımıyorum, ama sizin eşinize ve çocuklarınıza acıyorum, sizin eşinize ve çocuklarınıza ne kadar kara bir miras bıraktığınızı, kötü bir miras bıraktığınızı biliyor musunuz acaba? O çocuklar, benim babam Yüksek Seçim Kurulunda böyle karar verdi demeyecekler. Sarayın önünde bekçilik yapanlar, sarayın önünde nöbet tutanlar adalet dağıtamazlar, bunu herkesin bilmesi lazım.
Bir şey daha yaptılar, kanun hükmünde kararnameyle görevlerine son verilenlere dediler ki, seçimlere girebilirsiniz. Girdiler, kazandılar, ilan edildi bunlar, adaylıkları kesinleşti, kimse itiraz etmedi. Kazandılar geldiler, sonra dediler ki kusura bakmayın, siz seçildiniz ama görevinize başlayamazsınız. Ne olacak? Sizden sonrakine vereceğiz mazbatayı, sana vermeyeceğiz dediler. Bari seçimi yenile. Hayır, seçimi de yenilemeyeceğim diyor.
Şöyle bir gerçeği AK Partili kardeşlerimin vicdanına teslim ediyorum. Bir ilçe düşünün, yüzde 70’le birisi kazanıyor. Yüzde 70’le kazandı, KHK’lı dediler ki sen kusura bakma, sana mazbatayı vermiyoruz, verdiğimiz mazbatayı da geri alıyoruz. Kime vereceğiz? Yüzde 15’le kazanana vereceğiz, ikinci sırada yüzde 15. Hangi hak, hangi hukuk, hangi adalet arkadaşlar? Eğer sizde dediğim gibi vicdan, onur, ahlak varsa sizin zaten istifa etmeniz lazım. Sadece bu olay dolayısıyla istifa etmeniz lazım.
Ekrem İmamoğlu’na mazbatayı verdiler, 18 gün büyükşehir belediye başkanlığı yaptı. Ne yaptı 18 günde? Dedi ki, suda yüzde 40 indirim yapacağım, Ramazan pidesini 1 lira yapacağım dedi, aylık öğrenci kartını 50 liraya indireceğim dedi, 0-4 yaşında çocuğu olan anneler otobüse bedava binecek dedi, 12 yaşına kadar olan çocuklarımız da otobüse bedava binecek dedi. Bunu hazmedemediler. İptal ettiler ve mazbatasını aldılar.
Sormak istiyorum, bütün İstanbullulara sormak istiyorum. Otobüse binenler kimler? İstanbul’un fakir fukara gariban insanları, belediye otobüslerine tıklım tıklım binerler. Ekrem İmamoğlu kimin için çalışıyor? Belediye otobüsüne binenler için çalışıyor. Kimin için çalışıyor? Çocuğunu, 4 yaşındaki çocuğunu kucağına alıp bir yerden bir yere akrabasını ziyaret etmek için binen anneler için çalışıyor. Kimin için çalışıyor? 12 yaşına kadar olan çocuk okula otobüsle bedava gidip gelsin diye, onun için çalışıyor. Yani sırtı kalınlar için çalışmıyor, yani rantiye sınıfı için çalışmıyor, onun için tahammül edemediler. Ben İstanbul’un varoşlarında ve fakir mahallerinde yaşayan bütün İstanbullulara sesleniyorum, sizin Ekrem İmamoğlu’na 23 Haziran’da oy verme yükümlülüğünüz vardır. O sırtı kalınların hakkını savunmadı, sizin hakkınızı savundu, sizin için çalıştı. 18 günde bunları yaptı 18 günde! Şimdi biz yapıyoruz diyorlar. Yapacaksın tabii, yapacaksın. Niçin yapacaklar? Ekrem İmamoğlu’ndan korkuyorlar tekrar seçilecek diye. Elbette seçilecek, İstanbullunun vicdanına güveniyorum ben, İstanbullunun ferasetine güveniyorum ben, bunları yapacaktır tabii elbette.
Ve İstanbullulara bir şairimiz şöyle sesleniyor. Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu diyor ki, “ekmek su aş bulmak gecikebilir, temele taş bulmak gecikebilir, devlete başvurmak gecikebilir, adalet gecikmez tez verilmeli” diyor. Evet, adalet gecikmez tez verilmeli. Adaleti teslim edecek olanlar da İstanbul’un vatandaşları.
Hepinize selamlar saygılar sunuyorum değerli arkadaşlarım.

Gündem'den Öne Çıkan Haberler