29.10.2019
29.10.2019
CHP LİDERİ KILIÇDAROĞLU'NUN CUMHURİYET YAZILARI II
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 29 Ekim 2019 tarihli Cumhuriyet Gazetesi için yazdı.
CUMHURİYETİ DEMOKRASİYLE TAÇLANDIRALIM
Üç Ciltlik “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” adlı eserin II. Cildi, Ulu Önder Atatürk’ün 1906 yılında Şam’daki görevinden gizlice geldiği Selanik’te, arkadaşlarıyla yaptığı toplantıyla başlar.
Atatürk’ün arkadaşlarıyla gerçekleştirdiği bu gece buluşmasının ayrıntılarını, Hüsrev Sami Kızıldoğan’ın, Türk Tarih Kurumu yayını Belleten Dergisi’nin 3-4. sayısındaki “Vatan ve Hürriyet: İttihat ve Terakki” adlı yazısından öğreniyoruz. Buluşmada, Şam’daki görevi sırasında kurduğu Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nden bahseden Atatürk, “Her ilerlemenin ve kurtuluşun anası hürriyet…” olduğunu belirtiyor ve amacının “Milleti hâkim kılmak” olduğunu açıklıyor.
Atatürk, sözlerini tamamlamasının ardından Hüsrev Sami Bey’e dönerek, tabancasını çıkarmasını ve masanın üstüne koymasını istiyor. Hüsrev Sami Bey o anı şöyle anlatıyor: “Taşıdığım browning tabancasını masanın üzerine koydum. Hepimiz ellerimizi bu tabancanın üzerine koyarak ölünceye kadar bu kutsal dava uğruna çalışacağımıza ant içtik…”
FİLMİN AÇILIŞ SAHNESİ...
Bu toplantının anlatımı, Atatürk’ün hayatını bir sinema filmi gibi düşlediğimizde, filmin açılış sekansı olmaya aday bir atmosferi gözlerimizin önüne getiriyor; fonda Müzeyyen Senar’ın sesinden “Kırmızı Gülün Alı Var” türküsü, neden olmasın…
Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin Selanik Şubesi’nin kuruluşunu sağlayan bu toplantının benim için en önemli özelliği, Atatürk’ün “Milletin Hâkimiyetine” yaptığı vurgudur. 1906’nın Selanik’inde, Mustafa Kemal ve arkadaşları millet egemenliğine duydukları inancı bir antla kalıcılaştırmıştır. Üstelik Mustafa Kemal, Osmanlının genç bir subayıyken aklında ve yüreğinde yer edindiğini gördüğümüz “Hâkimiyet bilâkaydüşart milletindir” ilkesine duyduğu inançtan, ömrü boyunca vazgeçmemiştir.
Mustafa Kemal’i Mustafa Kemal yapan, Osmanlının son dönemi dâhil, Milli Mücadele’nin ilk günlerinden, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve ölümüne kadar geçen onlarca yıl boyunca, eylemlerinin ve devrimlerinin omurgasını oluşturan “Milletin kayıtsız şartsız egemenliği” anlayışına dayalı fikri ve ahlaki tutarlılığıdır. Karşılıksız bir vatan sevgisiyle 1906’da Şam’da kurduğu ve ruhunu Selanik’e taşıdığı cemiyetinin adına “Hürriyet”i ekleten kararlılığı, yaklaşık 13 yıl sonra Samsun’a ayak bastığında, Erzurum ve Sivas’ta geçen 1919 yazında ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bir bahar günü Ankara’da açılmasında karşımıza çıkan kararlılığıyla aynıdır.
TUTARLILIK VE KARARLILIK
Bu tutarlılık ve kararlılığın Atatürk ilkelerinde anlam bulduğu yer şüphesiz “Halkçılık” ile birlikte “Cumhuriyetçilik”tir. Malumunuz, kimi çevreler Atatürk ve devrimlerine “Demokrasisiz” olma ithamında bulunur. Oysa Amasya Genelgesi, Erzurum ve Sivas Kongresi kararları, TBMM’nin açılışı, 20 Ocak 1921 ve 20 Nisan 1924 Anayasası ile Atatürk’ün, ölümüne dek geçen süredeki uygulamaları birlikte değerlendirdiğimizde, kendisinin “Halkçılık” anlayışının aslında “Özgürlükçü bir siyasi demokrasi” söylemi olduğunu görürüz.
Örneklemek gerekirse, TBMM’nin açılışından yaklaşık iki ay sonra, 12 Temmuz 1920’de Meclis Genel Kurulu’nda Mustafa Kemal şu değerlendirmeyi yapar: “…Bugünkü mevcudiyetimizin özelliği, milletin genel eğilimini ispat etmiştir. O da halkçılıktır ve halk hükümetidir. Hükümetlerin halkın eline geçmesidir…”
Mustafa Kemal’in, TBMM’nin 1 Mart 1921’deki II. Toplantı yılı açılış konuşmasının ana vurgusu da “Halkçılık” bağlamındadır: “İç siyasetimizde şiarımız olan halkçılık, yani milleti mukadderatına hâkim kılmak Teşkilat-ı Esasiye Kanunumuzla (1921 Anayasası)tespit edilmiştir”
Mustafa Kemal, TBMM’nin 1 Mart 1922’deki III. Toplantı yılı açılışında yaptığı konuşma da tutarlılığının ve kararlığının bir başka örneğidir: “…Efendiler! Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin yönetimde ve siyasetteki kuralı, Teşkilât-ı Esasiye Kanunumuzun birinci maddesiyle misak-ı millîmizin birinci ve beşinci maddelerinde kesin ve belirgin olarak gösterilmiştir. İdare usulümüz bilâkaydüşart hâkimiyetine sahip olan halkın, yazgısını bizzat idare etmesi esasına dayanmaktadır…”
HALKIN DEVLETİDİR
Mustafa Kemal’in 13 Ağustos 1923 tarihli TBMM’nin II. Dönem açılış konuşması ise Türkiye Cumhuriyeti’nin 29 Ekim 1923’de tamamlanacak kuruluş çalışmalarının ön sunuşu niteliğindedir. Şöyle diyor, Mustafa Kemal: “…yeni Türkiye Devleti bir halk devletidir, halkın devletidir. Geçmiş ise bir şahıs devletiydi, şahsın devletiydi” Yaklaşık iki ay sonra, resmi kayıtlar itibariyle 1906’dan itibaren tutarlılık ve kararlılıkla savunduğu “Milletin kayıtsız şartsız egemenliği” ilkesine dayalı “Halkçılık” anlayışını yani “Özgürlükçü Siyasi Demokrasi” anlayışını Cumhuriyet ile taçlandıracaktır.
Peki, bizzat Mustafa Kemal Atatürk Samsun, Amasya, Erzurum, Sivas ve nihayetinde Ankara’ya kadar benliğinde taşıdığı ve kanlı mücadelelerle kökleştirmeye çalıştığı “Halkçılık/ Demokrasi” ilkesini 1923’de Cumhuriyet ile taçlandırmışken, yaklaşık 100 yıl sonra Cumhuriyetimizi, demokrasiyle taçlandırma ihtiyacıyla neden karşı karşıyayız? Can alıcı soru budur ve bu sorunun doğru cevaplara ihtiyacı vardır.
Bir milli mücadelenin ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti, temellerini devrimler yoluyla sağlamlaştırmayı tercih etmiş bir siyasi kadronun eseridir; bu hiç şüphesiz doğru ve meşru bir tercihti. Uçurumun kenarından alınmış, türlü düşmanlıklar ve kanlı boğuşmalarla geçen yılların yorgunluğunu taşıyan bir ülkenin ihtiyacı olan ilaç, Atatürk’ün “Atatürk Devrimleri” olarak adlandırdığımız uygulamalarından başka bir şey değildi.
KALICI İKTİDAR YARATMADILAR
Üstelik gururla söylemeliyiz ki başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, Atatürk’le yol yürüyen cumhuriyetimizin neredeyse tüm kurucu kadroları, sahibi ve uygulayıcısı oldukları devrimler üzerinden kendilerine kalıcı bir iktidar yaratma yoluna yönelmedi. Yine Atatürk’ün sözleriyle aktaracak olursak, “Yalnız ve yalnız milletin kabul edilen Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin tüm faaliyetlerini, ‘istiklali tam ve bilakaydüşart hâkimiyeti milliye’ ana prensipleri ışığında yürütmesi” ve “Türkiye Cumhuriyeti’nin yegâne ve hakiki temsilcisinin yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi”nin” olması temel anlayışından vazgeçilmedi.
Mustafa Kemal’in Nutuk’ta ayrıntılarıyla anlattığı, “1924 yılı itibariyle ordunun siyaset dışı tutulması kararına” istinaden Milli Mücadele’nin pek çok komutanının milletvekilliği ya da askerlikten istifa etmesinin sağlanmasıyla, sonuçları ne olursa olsun iki ayrı çok partili hayata geçiş denemeleri kurucu kadroların demokrasi anlayışının önemli örnekleridir. Ki demokrasi alanındaki gerilemenin hızlandığı, bu gerilemenin özellikle Avrupa’da kendisini faşizm olarak göstermeye başladığı bir dönemde, Atatürk’ün iki kez çok partili hayatı zorlaması, milletin egemenlik hakkıyla doğrudan ilişkilidir.
BİZ HAZIRIZ
Atatürk’ün sağlığında göremediği çok partili siyasi hayata, en yakın çalışma arkadaşı, partimizin de ikinci Genel Başkanı, İkinci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’nün öncülüğünde geçilmiş olması da kurucu kadroların Cumhuriyete ve “Halkçılık/ Demokrasi” ilkesine duyduğu bağlılığın somut göstergesidir. Malumunuz, Atatürk’e ve kendisine muhalif isimleri de kapsayan bir af sürecinin de mimarı olan İnönü, 1950 seçimlerinin Demokrat Parti’ye karşı kaybedilmesini “Bu bir yenilgi değil, benim en büyük zaferimdir” sözleriyle değerlendirmişti.
MİLLETİN EGEMENLİĞİ
Atatürk ve arkadaşlarının 1906’dan itibaren sahiplendiği “Milletin Egemenliği” anlayışının, 1950 seçimleriyle yeni bir aşamaya geçişine Siyaset Bilimci Maurice Duverger’in yorumu, “Engelsiz ve sıkıntısız bir şekilde çok partili sisteme geçildiği; Türkiye örneğinin, tek parti yönetiminin, bir gün gerçek bir demokrasinin kurulmasına imkân verebileceğini gösterdiği” şeklindedir.
Sorumuza dönecek olursak; “Peki 100 yıl sonra Cumhuriyetimizi, demokrasiyle taçlandırma ihtiyacıyla neden karşı karşıyayız?” Aşılan onca engellere ve onca kazanıma rağmen… Bu noktada bizim, Cumhuriyetin demokrasiyle taçlandırılmasından kastımız, zaten özünde ve tarihinde var olan bir durumun yeniden inşasıdır.
Bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından “Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları” olarak nitelendirilen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, kendisini TBMM’nin de üstünde konumlandırma yanlışlığı ve bu anlayışın yol açtığı darbelerin demokrasimize verdiği zarar, sivil olması ve kalması gereken siyasete de metastaz yaptı. “Milletin kayıtsız şartsız egemenliği” ilkesi üzerinden devşirilen meşruiyetin, kendi şahsi çıkarları doğrultusunda kullanıldığı; milletin egemenliğini TBMM’ye, TBMM’nin de varlığını milletin egemenliğine bağlı olarak sürdürdüğü tarihsel düzlemin alaşağı edildiği bir dönemden geçiyoruz. Oysa unutmamalıyız ki Milli Mücadeleyi başarıyla tamamlayıp Ankara’ya dönen ve 4 Ekim 1922’de TBMM Kürsüsüne çıkan Atatürk, kendisini TBMM’nin emirlerini sadakatle yerine getirmiş bir asker olarak görüyordu; kutlamaları almak bir yana dursun, emsali görülmemiş zafer nedeniyle TBMM’yi tebrik ediyordu.
Şimdiyse ülkemizi parlamenter demokrasiden, belirttiğim üzere şahsi menfaatleri sebebiyle “şimdilik” kopartmayı başarmış yeni bir saray iktidarıyla karşı karşıyayız. Saray iktidarına karşı, demokrasiyi savunan, sosyal devlet anlayışına dayalı bir üretimi, iktisadi bağımsızlığı ve mutlak adaleti öngören bizlerin görevi, yıllar önce demokrasimizin cumhuriyet ile taçlandırılmasından alınan ilhamla hareket etmektir.
ÖZELEŞTİRİDEN KORKMADAN
Demokrasiye taç olan cumhuriyetti, şimdi cumhuriyete taç olma sırası demokrasidedir. Haliyle ülkemizi parlamenter demokrasiye ulaştıran dönem de dâhil olmak üzere tüm demokrasi tarihimizi yeni bir bakışla ele almamız zorunluluktur. Aksi, parlamenter demokrasinin askeri darbeler ve askeri vesayetten medet uman siyasi ve bürokratik kadrolar eliyle bozulmuş haline dönüş olur ki bu kabul edilemez. Cumhuriyetimizin 100. yılına giderken, dogmalardan ve ön kabullerden arınmış, özeleştiriden korkmayan ve hatta toplumsal mutabakata dayalı yeni bir tarih okumasına imkân tanıyan bir dönemi başlatmalıyız. Biz hazırız!
Çünkü “Yaşasın Cumhuriyet, Yaşasın Halkçı Demokratik Cumhuriyet!” diyoruz.
12.10.2024
12.10.2024
12.10.2024
12.10.2024