19.10.2018

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU'NUN, THE OXFORD UNION’DA YAPTIĞI KONUŞMA

CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU'NUN, THE OXFORD UNION’DA YAPTIĞI KONUŞMA 
Çeşitli temaslarda bulunmak üzere İngiltere'ye giden CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun The Oxford Union’da yaptığı konuşma şöyle:
Oxford Union’un değerli yöneticileri, değerli konuklar, sevgili öğrenciler;
Yaklaşık 195 yıllık bir geçmişe sahip, dünyanın en eski tartışma platformlarından Oxford Union’ın bu tarihi çatısı altında bulunmaktan dolayı mutluyum. Burada bulunmak ve sizlere hitap ediyor olmak benim için büyük bir onur.
Sevgili konuklar,
Oxford Union’un internet sitesindeki duyuruda, benimle ilgili olarak, “Ülkesinde yaşanan hukuksuzluğa, adaletsizliğe ve baskıya karşı Ankara’dan İstanbul’a, 450 kilometrelik bir ‘Adalet Yürüyüşü’ düzenledi” bilgisi veriliyor.
Evet, 12 Mart 1930’da Gandhi’nin Hindistan’da başlattığı “Tuz Yürüyüşü”nün bir benzerini Türkiye’de gerçekleştirdim. Ülkemde yaşanan adaletsizliğe tepki olarak ülkemin başkenti Ankara’dan İstanbul’a; Gandhi’den yaklaşık 50 kilometre ve 1 gün fazla, yani Gandhi’nin de rekorunu kırarak yürüdüm.
Bugün de Adalet Yürüyüşü’nün birinci yıl dönümünde, tüm demokrasi ve adalet sevdalılarının neden bir ve bütün olması gerektiği üzerine düşüncelerimi sizlerle paylaşacağım.
Sevgili Arkadaşlar,
Klasik Demokrasinin beşiği olarak kabul edilen İngiltere’nin, köklü eğitim kurumlarından biri olan Oxford Üniversitesi, sadece İngiliz vatandaşı öğrencilere değil, neredeyse dünyanın tüm seslerine ve renklerine kapısını açan bir akademik özgürlük vahasıdır…
Dolayısıyla birazdan anlatacaklarımı anlamakta güçlük çekebilir, günümüz dünyasında bir ülkenin, “nasıl olur da demokrasiden bu kadar uzaklaşmış olabileceğine” şaşırabilirsiniz.
Sevgili arkadaşlar,
Bir ülke düşünün; yasama, yürütme ve yargı, tümüyle bir kişinin kontrolünde. Yani güçler ayrılığı ilkesi yok. Devlet yönetiminde olması gereken, denge ve denetleme kurumları fiilen bulunmuyor. Oysa 1789 tarihli “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”nin 16. maddesi, kuvvetler ayrılığının anayasal devlet için zorunlu bir unsur olduğunu belirtiyor.
Bir ülke düşünün, özel ve kamu dahil olmak üzere, medyanın neredeyse yüzde 90’ı, sadece ve sadece tek bir kişinin kontrolünde. Ve medyanın büyük bir bölümü, muhalefetin söylemlerine ekranlarını ve sayfalarını fiilen kapamış durumda.
Bir ülke düşünün, kimin terörist, kimin ajan olup olmadığına, tek bir kişi karar veriyor. Ve mahkemeler o kişinin söylemini yargı kararına dönüştürüyor.
Bir ülke düşünün, kamuda istihdamın ve yükselmenin ölçüsü olarak liyakat; yani bilgi, birikim ve deneyim değil, otoriteye sadakat esas alınıyor.
Bir ülke düşünün, Barış” istediler diye, yüzlerce akademisyen, üniversitelerden atılıyor. Akademik unvanları ellerinden alınıyor, kendilerinin ve eşlerinin pasaportlarına el konularak yurt dışına çıkmaları, bilimsel faaliyetlerini yurt dışında sürdürmeleri engelleniyor.
Bir ülke düşünün, otoriteye karşı olduğunu ifade eden herhangi biri, “hakaret” ettiği gerekçesiyle, ya da aslı astarı olup olmadığı bile araştırılmayan bir ihbar üzerine, gözaltına alınabiliyor, tutuklanabiliyor; dosyasına gizlilik kararı konulabiliyor ve avukatı dahi savunma yapamaz duruma gelebiliyor.
Bir ülke düşünün, kişilerin mahkemelerde savunma hakları kısıtlanıyor, aylarca hazırlanmayan iddianameler nedeniyle, yüzlerce kişi iddianamesiz bir şekilde hapis yatabiliyor. Avukatlar bile yasalara aykırı olarak tutuklanıp hapse atılıyor.
Bir ülke düşünün, yüzü aşkın gazeteci hapiste; haklarında hapis cezası verilerek tahliye edilen yüzlerce gazeteci ise, mesleklerine dönemeyecek bir şekilde ötekileştirilmiş durumda. Haklarında hukuki bir süreç başlatılmamış olanlar ise, tutuklanmamak yada işlerinden atılmamak için yazılarına oto sansür uyguluyor.
Bir ülke düşünün, devleti yönetenler, harcadıkları paraların hesabını halkına vermiyor. Yaptıkları sarayların, inşa ettikleri büyük şehir hastanelerinin, havaalanlarının, köprülerin maliyetini, bırakın halkı, o ülkenin parlamentosu dahi bilmiyor.
Bir ülke düşünün, yaşanan ağır ekonomik krize rağmen, iş dünyası korkudan eleştiri yapamıyor. Çünkü o ülkede hiç kimsenin can ve mal güvenliği yok.
Bir ülke düşünün, o ülkenin üst yargı organı başkanı bile, kendi ülkesinde yargıya olan güvenin yüzde 30’lara düştüğünü söylüyor.
Bir ülke düşünün, hakimler ve Savcılar Kurulu, hakim ve savcılara “nihai kararı vermeden önce bizden görüş alacaksınız” diyor.
Bir ülke düşünün, siyasal gücü olanlarla, parasal gücü olanlar yargılanmıyor, siyasal ve parasal gücü olmayanlar ise yargılanıyor. 
Bir ülke düşünün, milletvekilleri tutuklu, belediye başkanları görevden alınıyor, otoriteye yakın belediye başkanları dahi zorla istifa ettiriliyor.
Bir ülke düşünün, uygulanması zorunlu olan Anayasa Mahkemesi kararları bile, alt mahkemeler tarafından uygulanmıyor. Çünkü alt mahkeme gücünü, hukuktan değil, siyasi otoriteden alıyor…
Bir ülke düşünün, herkesin telefonları dinleniyor ve konuşmalar tek otoriteye servis ediliyor. 
Bir ülke düşünün, ülkenin, ana muhalefet partisi liderinin yaptığı haklı eleştirilere tahammül edilemiyor, yüksek tazminat davaları açılıyor ve davalar öncesinde hâkimler değiştirilerek, verilen olağanüstü para cezaları ile muhalefet susturulmak isteniyor.
Bir ülke düşünün, tüm bunları yapan yöneticiler, hiç sorumluluk almıyor, her başarısızlığı için -medyasının da gücüyle- bir iç ya da dış düşman yani sorumlu yaratıyor.
Değerli dostlarım, bütün bu anlattıklarım, sizin için anlaşılmaz olabilir. Ya da bazı öğrenci arkadaşlarımın ülkeleriyle, ülkem arasında benzerlik de kurabilir.
Ancak nihayetinde hepimiz bu dünyanın bireyleriyiz. Ülkelerimize olduğu kadar yaşadığımız dünyaya karşı da, sorumluluğumuz var.
Hukuk güvenliğinin olmadığı, yargıya erişim hakkının ortadan kaldırıldığı bir ülkenin dünyada saygınlığı olmaz.
Oysa biliyoruz ki, adalet mülkün temelidir. İranlı düşünür Sadi’ye atfedilen bir söz vardır: “Dünyanın bütün nehirleri, adalete susamış bir insanın susuzluğunu gidermeye yetmez
Bizler adalete susamış bir ülkenin siyasetçileriyiz. Sorumluluğumuz büyük...
Üniversiteleri susturulmuş, meslek örgütleri susturulmuş, sendikaları susturulmuş, İş dünyası susturulmuş bir ülkede, konuşabilen tek kurum biziz... Partim CHP’dir...
Partimizin kurucusu Atatürk, cumhuriyeti “Kimsesizlerin kimsesi” olarak tanımlamıştır.
Bugünün Cumhuriyet Halk Partisi ise tüm susturulanların sesidir...
Çalışmalarını uzun yıllar İngiltere’de sürdürmüş olan Karl Marks, “Dünyanın bütün işçileri birleşin” der...
Ben ise “Dünyanın bütün demokratları birleşin” diyorum.
Çünkü Dünyanın bütün demokratları ortak hareket etmeye başladığında, dünyaya da Ortadoğu’ya da barış gelecektir.
Bu birleşme sağlandığında, daha adil bir ekonomik bölüşüm sağlanacaktır.
Bu birleşme sağlandığında, dünyanın zengin ülkelerinin, fakir ülkeler üzerindeki tahakkümü azalacaktır.
Düşünün, Arap Baharıyla birlikte batı ülkelerine yönelik göçmen hareketliliği hızla arttı.
Bunun nedeni, batı ülkelerinde, Arap Baharının yaşandığı ülkelere göre, demokrasi birikiminin daha köklü olmasından kaynaklanmaktadır.
Göçmenler, Müslüman ülkelerden daha çok, batı ülkelerinde yaşamanın yollarını aramaktadır.
Türkiye’nin ise, diğer Müslüman ülkelerden farklı olarak, örneğin Suriyeli ve Orta Asyalı göçmenler tarafından tercih edilmesinin nedeni, sadece Batı'ya açılan bir kapı olması değil, aynı zamanda her şeye rağmen korumaya çalıştığı seküler ve demokratik birikiminin yarattığı iklimdir.
Bu nedenle, yeniden vurgulamak isterim ki… Dünyanın bütün demokratları birleşmelidir. Bizler demokrasiyi savunan aydınlar, siyasetçiler olarak, dünyanın neresinde yaşıyor olursak olalım, hep birlikte demokrasi savunmalıyız.
İnsanlığın ortak değeri demokrasiye karşı hepimizin sorumluluğu var.
Adalet isteyen, barış isteyen, eşitlik, özgürlük ve kardeşlik isteyen herkesin ortak değeri olabilir demokrasi.
Tümünüze en içten saygılar sunarım…

Gündem'den Öne Çıkan Haberler